1995 UYGARLIĞI
1995 UYGARLIĞI
Bugüne kadar iktisat bilimi de, siyaset bilimi de nihai amaçlarını tanımlayamadılar. Bu durumda; her iktisatçı, her siyasal parti, uygarlık düzeyinin tespiti için farklı yollar öneriyorlardı. Siyaset bilimi açısından da hükümetlerin performansını ölçmek mümkün olmuyordu. Bu çaresizlik, insan ve toplum bilimlerinde yapılan araştırmaların yetersizliğinden ileri gelmektedir. Bu araştırmalar para getiren araştırmalar değildi çünkü.
"Ekonomi bilimi, GSMH ölçümü ile ulusal geliri, ekonomik büyümeyi ölçüyor." diye düşünebilirsiniz. Fakat bu konuda farklı siyasal görüşlerin farklı yaklaşımları olduğu gibi, bu ölçüm, yaşam kalitesini ölçmekten çok uzaktır. "Yaşam kalitesi" kavramı, zenginlik ve tüketim alışkanlıkları olarak dile getirilmiş olsa da elbette bundan ibaret değildir. "Yaşam kalitesi"; çalışma süresi, iş tatmini, çevre koşullarının durumu, fiziksel ve ruhsal sağlık düzeyi, eğitim, boş zaman faaliyetleri, toplumsal aidiyet, temizlik, sağlık vb. parayla ölçülemeyen çeşitli öğeleri içine alır. Bunların bazılarını parayla ölçmeye kalksanız dahi alacağınız sonuçlar bir anlam ifade etmez. Örneğin; aşı yaptırıp ölümden kurtulmanın değerini, aşının fiyatı ile kıyaslamak anlamsızdır. En önemli ve uzun zamandır ölçülebilen faktör; çalışma süresi ve öğrenim süreleridir.
Çalışma süresi, teknik ilerleme ile birlikte önemli derecede azalmıştır. Bu azalma; günlük, haftalık, yıllık çalışma sürelerinin kısalması, izin günlerinin artmasıyla olduğu kadar, çocukların mecburi eğitime tabi olması ve okul çağının genişlemesi ile ortaya çıkmıştır. Çalışma sürelerinin azalması en somut öğe olmakla beraber yaşam kalitesi açısından asıl önemli konu, ortaya çıkan boş zamanda neler yapıldığıyla ilgilidir. Çalışma süresinin büyük ölçüde kısalması, çalışmanın verdiği yorgunluğu önemli ölçüde azaltırken insan ömrünün uzamasını sağladı. Ömrün uzamasında; artan gelirle birlikte daha iyi beslenme, hijyen şartlarının gelişmesi, tıp tekniğinin ilerlemesinin de etmen olduğunu unutmamak gerekir.
XX. yüzyılda okula giden öğrenci sayısı ve eğitim süreleri önemli ölçüde artmıştır. 1960 yılında, Fransa'da, 17 yaşındaki gençlerin sadece % 28'i okula giderken bugün neredeyse tamamı okuldadır. Bu evrim her yerde aynı olmamakla beraber bütün dünya aynı eğilimdedir. Nitekim İsveç’te 1886 yılında lise bitiren genç sayısı 434 öğrenci iken 1939'da 3713 öğrenci diploma almıştır. Aynı dönemde okula giden çocuk oranı yüzde 1'den 1,4'e yükselmişken, sınavı veren öğrenci sayısı yüzde 9'a sıçramıştır. Bugün ise, çocukların tamamı okula gidiyor. Yükseköğretimdekilerin sayısı da 90 yılda 37 kat artmıştır.
1890'lardan sonra, sanayi uluslarında, tüm çocuklara ilköğretim olanağı sağlandı. Ancak 1930'lara kadar uygulanan biçimiyle bu öğretim, çocukları yetiştirmek yerine afallatıyordu. Çocukların yaşadığı çevreyi dikkate almadan, hepsini aynı öğretime tabi tutmak, çocuklara dalsız, yapraksız sopa vermek gibiydi. Yalnız orta öğretim bu sopaya dal, yaprak verebilirdi. Bu yanlış politika ilk uygulamaların başarısız olmasına neden oldu. Gelecek için bu başarısızlığa bakmamak lazımdı. İlköğretim anlayışı değişti. Teknik ilerleme, her yerde, tüm ulusa, öğretime katılma yolunu açtı.
Öğretimdeki bu artış çağdaş evrimin temel öğesi oldu. Fakat teknik ilerleme, çalışma süresini kısaltırken, ergen kişilere çoğunlukla verimsiz, bazen zararlı işlerle doldurulan boş vakit kazandırıyordu. Gençlere insan uygarlığının temeli olan entelektüel kültürü eğitim veriyor. Bunun sonucunda memur kadroları kolayca dolduruluyor, fakat madenci, hafriyatçı gibi emek yoğun kadroların doldurulması kolay olmuyordu. Birçok toplumda işgücü açıkları patlak verdi. Memur kadrolarına daha fazla ücret verildiği, çalışma şartları daha temiz, sağlıklı ve konforlu olduğu için ücretli çalışan herkes memur olmak istiyor, diğer kadrolar açık kalıyordu. Geçtiğimiz yıllarda, sanayileşmiş ülkeler bu sorunu, göçler sayesinde çözdüler. Ama şimdi mesleki faaliyetlerin yapısında yaratılacak bir evrimle çözmekten başka yol kalmamıştır.
Yaşam kalitesinin gelişmesinin önemli faktörlerinden biri de Sanayi Devrimi ile birlikte toplumun mesleki yapısının değişmesi oldu. 1880 öncesi nüfusun % 80'i tarım sektöründe toplanmışken, 1970'lerde, gelişmiş uluslarda nüfusun ancak % 8-20 sini tarım sektöründe toplanıyordu. (Bugün bu rakam yüzde3'lere kadar düşmüş durumda).
Toplumun çalışan profilindeki bu değişiklikle insanlar, çalışma alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kaldı. Açık havada, bol ışıkta, çeşitli işler yapan, istediği zaman çalışan insanlar, sanayileşmenin gelmesiyle disiplin altında, gürültülü, tozlu ortamlarda, tekdüze tempoda, kendilerini adeta cehenneme kapatılmış hissediyorlardı. İnsanların büyük çoğunluğu kendileri için çalışırken şimdi emeklerini satıyor, bir başkasına değer yaratıyorlardı. Çalışanlar, fikir özgürlüklerini, ahlak dengesini, sağduyusunu, neşesini, kişiliğini kaybetti. Bu durum 1960'lara kadar sürecekti. Makinalar çalışanların beden yorgunluğunu azaltıyordu. O yılların makinaları, 1900 yıllarının makinalarına göre daha temiz, hafif, yönetilmeleri kolay ve rahattı. Fakat işçiler hala makinaların ritmine uygun olarak çalışmak zorunda kalıyordu. Bu durum günümüze kadar sürecekti, Bu durumda insan makinaların kölesi iken, makinaların giderek akıllanmasıyla insan da giderek makinaların daha az kölesi oluyor. .
1900lere kadar büyük sanayilerde çalışan insan bir numaradan ibaretti, özel bir kişiliği yoktu. Frederic Taylor, işçinin bir birey olarak ele alınmasının getireceği çıkarı sezdi, ama bu bireyin en kaba emelini, para, kazanç hırsını uyarmayı becerebildi. 1935den sonra ABD’deki büyük şirketler, insanın ruh halinin, iş veriminin arttırılmasında önemli olduğunu keşfetti. Şirketlerin işçiye belirli bir konforu sağlamasının, işçinin daha hızlı ve verimli çalışmasında etken olacağı anlaşıldı. Bu yıllarda Western Elektrik, çok önemli bir bildiri yayınladı. “Bir fabrikanın başlıca iki görevi vardır; birincisi ekonomiktir; malları üretmektir. ikincisi ise toplumsaldır; çalışan insanlarının huzurunu sağlamaktır. Aynı yıllarda SSCB’de Stehanov, işte ilerleme yarışmasına, işin örgütlenme bilgisine dayanan bir sistem geliştirdi; "En verimli işçiler, fabrikanın kahramanı ilan edilir ve öbürlerine örnek olur. Diğer işçiler, onların verimine erişmek zorundadır."
İşin örgütlenmesine insanların bu şekilde dhil olması, çağdaş toplum tarihinin en önemli olgularından biridir. 1900'lerde işi yalnız mühendisler düzenliyorlardı. Bugünden sonra hekim, ruhbilimci, toplum bilimci gibi insan odaklı çalışan yan dallar da işin örgütlenmesine karışacaktır.
Bu çabalar, işçinin kültür düzeyini arttırmasını da kolaylaştırmaktadır. Yüz yıl önce; 11 yaşından başlayarak günde 12-18 saat köle gibi çalışma yüzünden entelektüel açıdan yok olan işçiler ile eğitimli, kültürlü, boş vakti olan, daha çok refaha sahip, alım gücü yükselmiş işçi arasında çok fark oldu. İşçiler ile patronlar arasındaki büyük uçurum; yavaş, yavaş dolmaktaydı. Giderek daha fazla işçi sınıfından gelen başkanlar, başbakanlar ortaya çıkıtığı gibi giderek daha fazla işçi, işin organizasyonuna dahil oluyor, işin yönetim sorumluluğunu üstleniyordu.
Sendikaların yaptığı çalışmalar, iş dünyasının ve patronların daha fazla ilgisini çekiyor. Sendika önderleri Murray ve Rukenberg, iş yeri örgütlenmesi ve iş verimi konusunda otorite haline geldiler. Bazıları da iktisatçı, ruhbilimci, siyaset kuramcısı oldu. Artık yaratıcı zekâ, patronların tekelinde değildi. İşçiler çalıştıkları şirketlerin yönetimine katılmak istiyordu.1941 yılında sendika lideri Walter Reuther, hükümete “Otomobil sanayiinin, savaş sanayiine dönüştürülmesi için bir plan önerdi. Patron sendikalarının “Ütopya” dediği hedeflere, 1943 ve 44'de ulaşıldı. İşçiler verimliliği arttırmak için yönetim kararlarına katıldıkça maliyet fiyatının bilincine varıyordu. Bu da işçilerin yönetime katılma sürecini hızlandırdı.
Çalışma dünyasında bir başka önemli gelişme; Beyaz yakalı çalışanların sayısının giderek artması oldu. 1945 yılında, savaştan hemen sonra; Fransızlar, orduda, erden çok subay olduğunu görünce önce şaşırdılar. Bu durum teknik ilerleme arttıkça bu tür pozisyonlara ihtiyacın artacağını gösteriyordu. Teknik ilerleme, kölece çalışma süresini azaltıyordu. Bu temel olgu birçok yerde kendini gösterdi. Her yerde planlama, yönetim, denetim işlerine daha fazla zaman harcanıyordu. Bir yandan da mesleki bilgi giderek daha çok öne çıkıyordu. Bir mimar bir yılda inşa edilen bir işin planıyla 2 ay uğraşmaktaydı. Şimdi 2 ayda yapılacak işin planını yapmak için bir yıl uğraşmak gerekiyor.
Çalışan sınıfın refahının artmasında şüphesiz en büyü rolü, artan işçi ücretleri oynuyordu. 1750 Fransa’sında şehirde yaşayan bir doğrama işçisinin saat ücreti 1,1 Kg buğdaya eşdeğerdi. ABD’de; 1950lerde ortalama bir işçinin saat ücreti 20 Kg'a, bugün ise 50 Kg’a ulaşmıştır. Bu arada 1876-85 döneminde 3,6 $ olan buğday fiyatı 1980de 8,2'ye çıkmışken (2,5 kat) 12 cent olan saat ücreti 557’cent yani, 40 kattan fazla artmıştır.
Öte yandan yıllık ücretler eğrisini incelediğimizde, ücretler yelpazesinin kapanma eğiliminde olduğunu görüyoruz. En düşük, en yüksek ücret arasındaki fark kapanırken en düşük ücretler daha yüksek oranlarda artarak gün be gün aradaki farkı eritmektedir. ABD’de sigorta şirketlerinin üst düzey yöneticileri arasında yapılan bir incelemede, tepe yöneticilerinin ücretleri 1900 yılından 1970'li yıllara kadar alçalma eğilimindeyken, işçi ücretlerinin 2,5 kat arttığı belirlenmiştir.
Yaşama düzeyinin yükselmesi ile çalışma saatlerinin azalması; hemen, hemen aynı trendi gösterir. 1850'lerde insanlar besinlerini çiftlikten sağlıyordu. 1970'lerde ücretleri on kat artmıştı. Gelirlerinin büyük bölümünü tüketimde kullanmaya başlamışlardı. Kara buğday ekmeği ile beslenirken şimdi evlerine fantezi ekmek getiriyorlardı. Hizmet sektörü bu sebeple gelişiyordu. Kazancın yüzde 22'si ise boş zamanlarını dolduracak faaliyeteler gidiyordu.
Teknik ilerlemeyle milli gelir de büyümektedir. Milli gelir gene eşitsiz bölüştürülüyordu. Ama esas uğraş, pastayı bölüştürmekten çok büyütmek içindi. Artış oranları ülkeden ülkeye farklıydı. 1910-1960 arasında refah düzeyi, ABD'de 2, SSCB’de 3,3, Japonya’da 7 kat arttı. Sanayi devriminden önce bu gelirin %85-90'ı beslenmeye ayrılıyordu. 1970'lerde sağlık, konut, boş zaman harcamaları öne çıktı. Kültür harcamalarımız ilerde gelirimizin %'50lerine ulaşacak.
Kişi başı gelir artınca önce tarım ürünlerinde, sonra sanayi ürünlerinde tüketimi azamiye doğru yükselir. Colin Clark’a göre kişi başı gelir, yılda 1200 dolara ulaştığında, besin tüketimine ödenen pay azamisine ulaşır. Hizmet sektörü tüketimi ise hiçbir zaman doygunluğa ulaşmaz.
Kişi başı gerçek gelirler, arasındaki farklılık, uluslararası çatışmaları doğurur. Materyalist felsefeye göre savaşların kök nedeni bu farklılıktır. Bu nedenle zengin ülkeler sorumlu davranmak zorundadır. Zengin uluslar, zenginliklerin dağıtılış sistemini düzeltmeye çalışmaktadır. Ancak bu geçiş döneminde az gelişmiş ülkelere yardım denemeleri hala sömürgecilik anlayışının kılık değiştirmiş halidir, ya da çok yetersiz kalan iyi niyet hareketleridir. Bugünün temel sorunu, zengin devletlerde işçi sınıfının yoksul olmasından ziyade, diğer ülkelerin teknik ilerlemelerden faydalanamamalarıdır.
Gelecek uygarlığın temel özelliklerini, eski düzeyden 20-30 kat fazla olacak olan tüketim alışkanlıkları belirleyecektir. Fikir uygarlığına doğru ilerliyoruz. Sanayi devrimi, yeni uygarlığın giderek daha az maddi bir uygarlık olmasına yol açan boş vakitler yarattı. Bu evrimi; boş vakitleri kullanmasını bilmeyenlere (yetişkinler) veren, bilenlereyse (gençlere) yeterince vermeyen geçiş dönemine bakarak yargılamamak gerekir. Yeni yaşama biçimi yeni bir uygarlık yaratacaktır.
Yeni insan şimdi çalışırken pek az yoruluyor, işten arta kalan zamanlarını eskisi gibi dinlenmekle geçirmeye daha az ihtiyaç duyuyor. Boş vakte kavuşan insan önce sersemliyor, sıkılıyordu. Ne aldığı eğitim, ne gelenekleri, çevresi, ne de genetik kodları ona yardımcı olamıyordu. Kendi bilincinin, bilincine varmaktan korkuyordu. Çareyi; düşünceden kaçıp, umutsuzca yeniden çalışmaya sığınmakta buluyordu. İlk kuşak yeni nesil, tasarruf anlayışından değil, çalışma ihtiyacından dolayı gereğinden çok çalışıyordu. Çılgınca eğleniyor, ama bu uzun sürmüyordu. İkinci kuşak spora düşkündü. Seyahat etmeyi seviyordu. Ama yolculuk etmeyi gerçekten bilmeden yolculuk ediyordu. Bunun gibi yemek yemeyi bilmeden yemek yemeyi seviyor, sarhoş olmak için içiyordu. Hep sıkılıyordu. Zamanla öğrendi ki yeni insanın boş ve uzun vaktini değerlendirebilecek tek şeyin, kendini keşfetmek ve kendini gerçekleştirmektir. Fikir üretmenin tadına varan, bundan zevk alan bir nesil doğdu.
XVII. ve XVIII. Yüzyılda, Fransız aristokratlarının fikir üstünlüğü ve davranış inceliği, eğitiminden, iki-üç kuşak üstündeki atalarından geliyordu. Şimdiki kuşağın ise üniversite sıralarında yetişenlerle, iki ya da üç kuşak sonra, eşsiz bir entelektüel seçkinlik ve yaşama sanatı yaratacağını düşünebiliriz. Üstelik 1700lerde nüfusun sadece % 2'sine has olan bu ayrıcalık, şimdi halk yığınlarına yayılmış olacak.
İnsanın sorunları yine bitmeyecek, yeni sorunlar ortaya çıkacaktır. Bolluk mu? Neye yarar. Boş vakit mi? Ne yapmak için? Gene aynı geçerli olacak; Mutluluk nedir, yaşam nedir, insan nedir, ne için yaşıyoruz?
Not: Jean Fourastié, bu kitabını 1970'lerde yazdı. Henüz bilgisayarın çalışma hayatında yaygınlaşmadığı, yapay zekanın hayatımıza girmediği yllarda. Bu kitabı 1985'lerde okumuştum. Verilen örnekleri değiştirebilirsiniz. Fakat kitabın mesajı bugün hala geçerli. O zamanlara göre şimdi daha çok boş zamana sahibiz. Önemli olan, teknolojinin bize sağladığı boş zamanı nasıl değerlendireceğimizi bilemiyorsak, bu bize yarardan çok zarar getirecektir. Konuyu toplum olarak ele almalı, yaşadığımız toplumu, değerlerimizi, kentlerimizi buna göre şekillendirmeliyiz.
Jean Fourastié, Gelişim yayınları, Çev. Tanju Gökçöl, 1975