Ah şu

Ah şu



               AH BİZ KARABIYIKLI TÜRKLER

                   DEMİRTAޞ CEYHUN

                                            

Yazar hakkında

1934-2009 yılları arasında yaşayan Ceyhun, 1959 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümünü bitirdi. Genelde toplumsal konularını irdeleyen yazar, ilk dönemlerinde kişisel sorunlar üzerine eserler verirken, cinsel ve ruhsal sorunlara getirdiği farklı yaklaşımlarla dikkati çekti. Günümüzde kitlelerce tanınması, daha sonraları çağdaş içeriği ağır basan, toplumsal gerçeklerin kökenlerine yönelen inceleme eserleri ile oldu.  

Ceyhun, Asya adlı romanıyla 1970 TRT ödülünü, Çamasan adlı eseriyle 1973 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. Demirtaş Ceyhun; haftalık Aydınlık ve aylık Teori dergilerinde köşe yazıları yazdı. İşçi Partisi üyesi olan Ceyhun, 2009 yılında, zatürreye yenik düşerek vefat etti.

 

Kitap hakkında

Ah Şu Karabıyıklı Türkler, Türklerin göçebelikten yerleşik hayata geçiş serüveninin anlatıldığı bir kitap. Aslında tarihi bir belgesel değil, yazarın çeşitli zamanlarda edindiği izlenimlerden derlediği bir kitap.

-----------------oooOOOooo -----------------

 

Kitap, "Göçebe Kimdir?" sorusuyla başlıyor. Göçebe; Ermeni ve Rum kaynaklarına göre "Barbarlar", "Kurtlar", "Kurt kafalılar"; Latin tarihçilere göre ise "Haydutlar", "Çadırda yaşayan bedeviler"dir.

Demirtaş Ceyhun, çalışmasının ilk başlarında göçebeyi, göçebeyi anlayan bir göçebe gibi anlatarak aslında Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin yaptığı hataları açığa çıkarmaya çalışır. Osmanlı, atasının göçebe Türkler olduğu gerçeğini unutturmak için "göçebe" sözcüğünün kullanılmasını yüzyıllar boyu yasaklamıştır. Bu tepkinin bir benzerini, Cumhuriyet’in kurucularının da gösterdiğini söyler. Osmanlı öncesi Selçuklu Devleti’nin de suça ortaklığı vardır. O da göçebeyi Hıristiyan ülkelerine sürmeye çalışmasından dolayı suçludur. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, daha 1047’de amcasının oğlu İbrahim Yınal Bey’i, Müslüman ülkeleri yerine Hıristiyan ülkeleri yağmalamaları için göçebe Türk boylarının Anadolu’ya yönelmesini sağlamakla görevlendirmiştir. Görev yerine getirilir ve göçebe boyları akın, akın Altaylardan Hristiyan diyarı Anadolu’ya gönderilir.

Türkler, Müslümanlığı hemen kabul etmemiş bir kavim. Araplar Müslümanlığı yaymak için civar ülkeleri feth ede, ede; Taşkent, Semerkant yakınlarına kadar gelmişti. İpek yolu üzerinde olan bu kentler ticari faaliyetleriyle zenginleşmişti. Şamanist, göçebe Türklerinden, kendilerini korumalarını istediler. Müslümanlıkla ilk temasları böyle başlayan Türkler daha sonra Anadolu içlerine kadar yayılacaktı. İkili kavramların belirginleştiği dönemlerden biri de bu zaman aralığıdır. Çünkü kimi tarihçilere göre, göçebeler, hor gördükleri, küçümsedikleri yerleşikleri, aşağılayıcı sözcüklerle adlandırmaktaydılar. Oysa Müslüman yerleşikler, Müslüman olmayan Şamanist inançlı göçebe Türklere "Kafir" demekteydiler.

Türkler, Müslümanlar yüzünden göç etmişlerdir. Bununla beraber, kuraklık ve Moğol saldırıları da etken olmuştur. Kendi içlerindeki kavgalar da nedenler arasındadır. Çünkü yer değiştirme zamanları ile Türkler arasında yaşanan savaş zamanları arasında paralellik görülüyor.

Anadolu içlerine kadar gelen Türkler, Anadolu’dan çıkmamak için, 1071 Malazgirt Savaşı’nı kazanmak zorundaydılar. Bizans'ı yenmekten başka çaresi bulunmayan göçebe Türk boylarının artçıları, savaştan sonra da Anadolu’ya göç akınını sürdürdüler. XI. ve XIII. Yüzyılda, Moğol İmparatorluğu’nun yayılışı ile kendilerini kurtarmaya çalışan göçebe Oğuz boylarının Anadolu'ya gelmesiyle ikinci büyük göçü başlamıştır. Bu tarihlerde, Anadolu’da kargaşa doruk noktadadır. Anadolu’yu hızla Türkleştiren göçebe Oğuz boylarıyla, yerli Hristiyan halkın sürtüşmeleri; Bizans’ı ve kutsal saydıkları toprakları Müslümanların elinden kurtarmaya çalışan, Papalığın Haçlı ordularıyla savaşlar; Selçukluların ve öteki Türkmen beyliklerinin aralarındaki savaşlar, yıllardır sürmektedir. Şimdi de Türk’ün, Türk’le yeni bir kavgası patlak vermişti. Yetmezmiş gibi on binlerce kişilik yeni bir göçebe akınıyla karşı karşıya kalınmıştı.

Tarihte çok sayıda devlet kurmak ve batırmakla övünürüz. Göktürklerden bu yana Türkiye Cumhuriyetini kuruncaya kadar, kurduğumuz devletlerde Türk adını kullanmamışız. Hiçbirinin de resmi dili, kurulduğu andan itibaren Türkçe değildir.

Göçebe Türkmen’lerin, kitlesel göçü, yerleşmesi ve yerli halklarla karışmasıyla Anadolu Türkleşmiştir. XI. ile XIII. yüzyıl dışında, 1950’lerde yaşanan üçüncü bir göç de olmuştur. Yaşanan son göç, kırsal kesimden kentlere doğru hareketi dalga dalga artırır, dolayısıyla yeni bir oluşumun başlangıcına vesile olur; "Gecekondu" veya "Arabesk Kültürü". Göçebe yanımız; yaşamımız ve insani ilişkilerimizin arabeskleşmesine yol açtı. Bu durum yavaş, yavaş göçebeliği terk edip yerleşikliğe geçme hazırlığını doğurdu. Dolayısıyla 1920’lerde neredeyse halkın tamamı göçebe iken, 1950 sonrasında köylüleşmeden kentleşmiş olma ihtimalini doğuruyor. Yaşadığımız aslında bu ani dönüşümün, sancılı bunalımı. Çünkü göçebe yanımız köylüleşmemiştir hâlâ! Bu insanların çoğu; ne Osmanlı döneminde ne de Cumhuriyet döneminde toprak sahibi olamadılar.  

Sahi, kimdik biz?

Türkler, Anadolu’nun kapısını, 1048 Erzurum-Hazankale önlerinde Bizans’ı yenerek açar. Ancak Anadolu’ya sahip hâlâ değildir. Bu süreç, 1453 senesi sonrasına kadar uzar. Fatih, fetihten sonra, Türk boylarının akın akın İstanbul’a doluşmalarına izin vermemiştir. İstanbul’u gerçekten 1453’te fethettik ama işgal etmedik.

Doğu Roma İmparatorluğunun görkemli İstanbul'u, IV. Haçlı seferinde yağmalanmışti. Fetih sırasında Fatih sadece üç gün boyunca kentin yağmalanmasına izin verdi. Neticede Osmanlılar, boş ve harap bir İstanbul devralmışlardı.

Fatih, İstanbul'un demografik yapısının yalnızca Türk ve Müslümanlardan oluşmasına izin vermemiş, isteyerek, zorla Hristiyan ve Yahudileri de getirmişti.

İstanbul ile taşra hep ayrı olmuşlardır. Buna din de dâhildir. İstanbul'da Ortodoks, yani bağnaz, bir Müslümanlık varken, Anadolu'da daha hoşgörülü bir din oldu. İstanbul'da genellikle Sünni Hanefiler varken Anadolu'da Bektaşilik Alevilik hâkimdir.

Osmanlılar, tıpkı Romalılar gibi, kendilerini İstanbul'a hapsettiler, yaratılan kültürün İstanbul dışına taşmaması için sanki özel önlem almışlardı. Osmanlı şehirleri olan Kudüs, Halep, Bağdat, Mekke, Medine Arap'tır, Sofya ise Bulgar'dır. Biraz da fethettiğimiz şehirleri Osmanlılaştırırken ,Türkleştiririz diye korkmuşlar. 

Türkler bozkır yaşantısından geliyor.  Göçebe yaşantısına dayanarak Osmanlı, kendini, istediği bir tanımlama içinde sergilemiştir. Çünkü o taşralıya karşı bir İstanbullu, Türk’e karşı bir Osmanlı idi. Osmanlı döneminde Sadrazam Lala Yörgüç Paşa, ülkenin dört bir yanına tellal çıkartarak "Türk kellesi getirene, Osmanlı kaftanı armağan edeceğini" duyurmuştur. Bu nefretin nedenleri neydi? Türklüğün önemsizleştirilği tarihi sürecin ev sahipliğini Osmanlı Devleti yapmışsa da bu algılamaların başlatıcısı Selçuklu Devleti olmuştur.

Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet’le birlikte, göçebelik ile Türk kavramlarını özdeşleştiren Osmanlı mantalitesi yıkılmış, Türk, Türkmen, Türkçe v.b üzerine konulan ambargolar kaldırılmıştır. Bu gelişimde Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük rol üstlendiği ve üstlendiği görevi de başarıyla belli amaçlar uğrunda gerçekleştirdiği şu sözlerle anlatılmaktadır: "Mustafa Kemal’in amacı […] Türk sözcüğünün, Selçuklu ve Osmanlıların kasıtlı bir biçimde kullandıkları aşağılayıcı, küçük düşürücü anlamının sonradan uydurulduğunu bütün yığınlara öğreterek, Anadolu’daki Türklerin de bir an önce ulus bilincine yeniden kavuşup, Türklük’ten utanmamalarını sağlamaktır."

Cumhuriyet’in 1930’lu yıllarına "Arkeologlar ve Arkeolojik Kazılar Dönemi" denilse yeridir. 1930’lu yıllarda, Çanakkale Boğazı ile Ege kıyıları arasında yapılan bu kazılar, ilkçağ Yunan ve Roma uygarlığının incelenmesini amaç edindiğinden bilimsel yöntemlerle yapılmıştır. Atatürk, aynı özen ve önemi, Türk dilinin ve tarihinin araştırılmasında da göstermiştir. Türklüğün doğru algılanmasında Mustafa Kemal Atatürk’ün katkısı büyüktür.

Aynı dönemlerde Atatürk, sanat, mimari, eğitim gibi alanlarda da yeniliklerin yapılmasına özel ilgisi göstererek, kent görünümüne, yeni bir bakış açısının kazandırılmasını sağlamıştır. En iyi öreneği Ankara'dır. Ankara mimari açıdan İstanbul'a benzemesin diye yabancı mimarlara yaptırılmıştır.

Yusuf Akçura ile Ziya Gökalp de "Türkçülük"ün önemli isimlerdendir. Bu katkılarla bilinçlenen toplumda bugün Türk olmak gerçekten zor mu? Bugünün insanının Türk olabilmesi, gerçekten geçmiştekilerle oranlanamayacak denli zordur. Çünkü bugünün insanı hem Doğulu, hem Batılı olmak zorundadır. Bugünün Türk insanı iki coğrafyayı, iki farklı dünyayı ve çok farklı iki kültürü kendinde özümlemek, yaşamak zorundadır.

 

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: