Aşkın Felsefesi

Aşkın Felsefesi



 
Aşkın da felsefesi olur mu demeyin! Felsefe bir konu üzerinde düşünmek, o konu hakkında sorular sormak, o konudaki bilgiyi aramaktır.Aşk nedir?  Gerçekten aşk var mıdır? Evlenince aşk biter mi? Aşık olmak ile sevmek aynı şey mi? İnsan aşık olmadan da sevebilir mi? Bu soruların kesin bir cevabı var mıdır? Aşkın değişik evreleri var mıdır? Nelerdir. Bu  evrelerin hepsinde duygular aynı mıdır? Evreler bir diğerine benzer mi? Aşkta süreklilik var mıdır? Aşk bir abartı mıdır? Aşkta kaybolmak veya aşkın hiçliğinde tükenmek sözkonusu olabilir mi? Bazıları çok kolay aşık olurken bazıları niye  aşık olamaz? Bazılarınızın Eros okunu attı mı, ortada felsefe falan kalmaz dediğini duyar gibiyim. Gençlikte belki doğru ama bakalım öyle mi? 
 
Tarih boyunca belki de en çok konuşulan, gündemden düşmeyen, üzerine romanlar, şiirler yazılan bir konu olmasına rağmen çok az düşünür bu konuyu araştırmıştır. Bir kısım düşünür, aşkın doğaya uygun olmadığını savunup onu inkar ederken, bir kısım düşünür ise aşk duygusunun doğal olduğunu savunmuş. Bununla beraber pek azı üzerinde durup sorgulamıştır.  Araştıranların da çoğu konuya ya yüzeysel ya da hatalı yaklaşmıştır. Ben söylemiyorum! Shopenhauer söylüyor. 
 
Schopenhauer, insan doğasına aykırı yahut yabancı bir konunun, insanlığın her döneminde bakıp usanmadan işlenmesinin mümkün olamayacağını söyleyerek aşkın varlığını araştıranlardan.  İnsanların, gerçek olmayan bir şeye, her dönem, aynı ilgiyle yaklaşmayacağını düşünerek ve aşkın insanlar üzerindeki etkisine bakarak; aşkın önemli bir gerçek olduğunu savunur. Ona göre insan, aşkı ararken; mutluluğun peşinden gittiğini sansa da aslında insanı içgüdüleri yönlendirir. 
Shopenhauer, aşkta insanın içgüdülerinin çok belirgin bir rol oynadığını düşünürken ana faktörün cinselliğin tatmini olduğunu öne sürer. Bunun da türünün devamı gereği olduğunu savunur. İnsan türünün devamı için eşini, bilinçli ya da bilinç altından, hassas duygularla, ciddi bir dikkatle seçip ayıklar. Israrlı ve kılı kırk yararcasına seçme işleminin altında ise türün tipinin doğru ve katıksız bir şekilde korunup sürdürülmesi, gelecek yeni bireyin kusursuz olması dürtüsü vardır. Ona göre seçimimiz ne kadar uygun, ne kadar kusursuzsa, karşılıklı sevgi de o kadar büyük olacaktır. Dolayısıyla doğacak birey de bedensel ve zihinsel düzlemde o denli uyumlu olacaktır.
Schopenhauer, erkeği; eşini seçme konusunda ilk olarak güzellik duyusunun yönlendirdiğini düşünüyor. Ben de öyle düşünüyorum. Ama o benden farklı olarak güzellik ararken, bilinç dışı yönlendirmeyle, üreme imkanını dikkate aldığımızı öne sürüyor. Bu nedenle bireyin kendisinde yoksun bulduğu özellikleri, seçtiği  eşinde görme arzusu vardır. Kişi, yeni doğacak bireyde kusurları yüzünden bir eksiklik olmaması, türün saf özelliklerinin bütünüyle  bulunmasını sağlamak için öteki bireyde bu özellikleri aradığını düşünüyor. Kendi yoksun kaldığı mükemmelliği karşısındakinde görmek isteyen birey bunu uygun seçimler yapar; kısa boylu, ufak tefek erkeklerin, uzun boylu iri kadınlar araması gibi.  İkinci Kriter ise aynı gerekçeyle sağlıkmış. Geçici hastalıklar pek sorun olmasa da öteki bireyde var olan kronik bir rahatsızlık olması, doğacak çocuğa bu hastalığın geçmesi ihtimaliyle, her iki cinste de karşı tarafı içten içe huzursuz eder diyor. İskelet kemik yapısı da öyle. Kemik yapısında orantısızlık, bozukluk çarpıklık aşırı kısalık veya uzunluk, türü kusursuzca devam ettirmek yolunda önümüze engel olarak çıkar. Daha sonra karşımızdakinin kilosu, vücudun belli bir dolgunlukta olması, bütün bunlardan sonra yüz gibi özellikler geliyor.
 
Schopenhauer, 19. Yüzyılda (1788-1860) yaşamış bir filozof. Söylediği öncelikler bugünkünden farklı. Bu kriterler bu gün de geçerli ama öncelikleri farklı. Belki de insanlığın gelişmesi, veba, verem, frengi gibi bulaşıcı hastalıkların ortadan kalkması, beslenme imkanlarının çeşitlenmesi ve artmasıyla bugün aşık olacağımız kişide aradığımız öncelikler değişti. O zamanlar için arka planda kalan, belki de düşünülmeyen kadının güzelliğinin yanında kültürü bilgisi, zekası, daha öne çıkmış durumda. 
 
Schopenhauer,'ın güzellikten kastı, bedensel güzellik ve sağlıktır. Yüz güzelliğini de önemser ama bugünkü kadar değil ve arka sıralarda yer verir. Peki iç güzellik?  
Schooenhauer'a göre kadınların erkeklerde aradığı karakteristik özellikler, daha çok; kararlılık, cesaret, dürüstlük gibi özelliklerdir. Bununla beraber erkekteki entelektüel nitelikler, kadınlar üzerinde pek fazla etki yapmaz. Zira bunlar babadan çocuğa geçebilecek özellikler değildir. Entelektüel özellikler anneden alınmalıdır. Bu sebeple Shopenhauer; çirkin, budala bir erkeğin, karşısında akıllı iyi yetişmiş bir erkek olsa bile neden tercih edilebileceğini bize gösterir. Bir kadının erkeğin zekasına, kültürlü oluşuna aşık olmasını gerçek dışı ve gülünç bulur. Magazin sayfalarında, bazı çok güzel ya da meşhur kadınları, olmadık bir maçoyla ya da herifle gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlık demekki yersizmiş!
Çocuğun entelektüel özellikleri, anneden gelse de erkeklerin içgüdüsel aşklarında, kadının entellektüel özelliklerinin etkisi çok azdır. Ruh güzelliği, iç güzellik dediğimiz özellikler de genelde bedensel güzelliğin etkisinin arkasında kalır. 
Doğrusu Shopenhauer'ın aşk hakkındaki düşüncelerinin daha duygusal, daha romantik beklerdim. Yanılmışım. Belki de bu duyguları nedeniyle hiç evlenmedi. Sevdiğim bir düşünürdür aslında. Sanırım o daha çok aşkın tensel yönüyle ilgilendi. Yaşamı çileli geçmiş bir düşünür. Annesi babasının ölümünden sonra sansasyonel  bir hayat yaşamış ve oğlundan hoşlanmamış ve ilgilenmememişti. Çok sevdiği babası ise  o daha çocuk yaşındayken  intihar etmişti. Hayatının büyük kısmını, Frankfurt'ta küçük bir apartman dairesinde, izole bir şekilde geçirmişti. Buna bağlı olarak dünyanın acılarla dolu bir yer olduğuna inanıyordu. Bu nedenle genelde hayata kötümser bakan bir düşünürdür. Onu kendi felsefesi olan "Anlamak ve anlayış" çerçevesinde değerlendirmek lazım.
 
Ancak her düşünür aşka onun gözüyle bakmıyor. Sokrates'tan sonra bilinen en eski düşünür diyebileceğimiz filozof Platon, "Symposium" adlı eserinde, aşkı; "Ruhun ideal güzelliğine duyulan özlem ve bunu arayış olarak tasvir eder. Aşk, tanrısal bir duygudur. İnsanın ideal olanı arama çabasıdır ve fiziksel çekicilikten öte, ruhsal bir bağlantıyı ifade eder. Onun için aşk tanrısaldır. Ama bu mertebeye; birden ikiye, ikiden güzelliğe, estetiğe; estetikten güzel davranışlara, giderek güzel düşünceye, güzel düşünceden güzel kavramlara, güzel kavramlardan mutlak güzellik kavramına  tırmanarak ulaşılır.
 
Onun öğrencisi olmasına rağmen gerçeği Platon gibi göklerde değil, yeryüzünde arayan Aristoteles ise aşka daha gerçekçi yaklaşmış ve "Aşkın altında yatan temel dürtü dostluk ve sevgidir." diyerek, üç çeşit dostluktan bahsetmiştir; yararlı dostluk, zevk dostluğu, erdemlik dotluğu. Aristo; cinselliğin, insan doğasının bir parçası olduğunu kabul etmekle beraber aşkın cinsel yönünü görmezden gelmiştir.  İnsanın doğası itibariyle eksik olduğu ve bu eksikliği tamamlamak için öbür yarısını aradığına inanan Aristophanes, aşkın insanın kalbine çok eskiden beri kök saldığını, bu tukunun özümüzü oluşturduğunu düşünüyordu. Zira aşk, iki varlığı tek bir varlık haline getirerek insanı mutlu kılmaktaydı.
Daha sonraları, Orta Çağ sonlarına kadar aşk, daha çok dini boyutta ele alınmıştır. Tasavvufta aşk; derin arzu, özlem anlamında kullanılmış. Kulun Allah'ın yakınlığını arama arzusu halini ifade etmiş.  Mevlana Şems'in varlığında Allah aşkına tutulmuşken söyledikleri, o dönemin aşk arayışını açıkça ortaya koyar. "Aşk, kor bir ateştir, öyle ki etrafında bulunan her şeyi yakar, yıkar kül eder. Yani bir yürekte aşk varsa başka bütün sevgiler yanar kül olur. Sevenden sevilenden başka ne varsa yakar hatta sevgili için kendini de yakar, pervane örneğinde olduğu gibi. " Tasavvufta vuslat iki iken bir olmak, birbirinde yok olmaktır. Mevlana ve Şems, olağanüstü bir manevi çekimle birbirlerine bağlanır. Mevlana, Şems'in derin bilgeliği ve içtenliğinden etkilenir ve ona büyük bir hayranlık besler. Allah'tan başkasına aşık olmayı, geçici bir heves olarak görmekle birlikte insanın varlığı sürdürebilmesi için aşka muhtaç olduğunu belirtir. Bunun için kişinin aşkı talep etmesi, onu araması gerekir.
 
Modern dünyanın bildiğimiz aşklarının kökeninde saray aşkları yaşar. Çıkışları 12. yüzyıla dayanır. Romantik aşkların ortaya çıkması ise rönesans dönemini bekleyecektir. Shakespeare, ünlü eseri Romeo ve Juliet ile 16. yüzyıldan itibaren romantik aşka damga vurdu. 18. yüzyılda yaşayan, romantizmin öncülerinden Fransız yazar Stendhal, aynı zamanda gerçekçi bir yazar olmasına karşın aşkın belki de en romantik tanımını yapması ile ünlüdür. "Aşka tutulan insan, kışın ayazında buz tutan ağaç dalları gibi,  bin bir kristalle kaplanır. Kristalleşen doğada her şey daha güzeldir. Sevdiği kişide fark ettiği her yeni özellik, aşık için yeni bir kristaldir; çok daha güzeldir, çok daha parlaktır. Aşık insan kristalleşmiştir. Fakat artık çok daha kırılgan olmuştur.
 
Romantik çağın kibar çevrelerini anlatan Fraansız Marcel Proust, daha da ileri giderek aşkı karamsar bir ruh haline sokar ve yokluğu, ulaşılmazlığı, kıskançlığı aşkın gerekli ön koşulları olarak sayar. 
Daha yakın zamanlara yaklaştıkça aşka bakış da daha gerçekçi bir kimliğe bürünmüş. Varoluşçuluğun babası olarak kabul edilen, Danimarkalı düşünür Soren  Kierkegaard'a göre aşk, kişinin kendi eksikliğini tamamlama çabasıdır. Aşık olan kişi, diğerinin eksikliklerini ve kusurlarını görmez ya da kabul eder ve onunla bütünleşmeyi arzular. Ona göre aşk; bir kaybolma, umut etme, umutsuzluk içinde kalma, kaygı çukurunda debelenme gibi genellikle insanın olumsuz durumları olarak kendini gösterebilir. Bunun temel nedeni ise aşık olan kişinin kendi öznelliğini başka birinin öznelliğinde askıya almış olması ve onu kaybetme kaygısıdır. Kierkegaard, aşkın kendisini korkuttuğunu söyler. Mutluluk ve acının coşkulu bir şekilde kendisine hakim olma korkusu, bunun temel nedenidir.  Bu durumda aşk; karışık, karmaşık ve belirsiz olduğundan; ıstırap, tutkuyla birleşerek hem varoluşun hem de yok oluşun temsilcisi olur. Bu bakımdan Kierkegard'a göre aşk; insanın varoluş durumlarından biridir. 
 
İnsanı tüm varlıkların efendisi olduğunu ve üstün niteliklere sahip insanların diğerlerini yönetmesi gerektiği görüşüyle Hitler'e yol göstermesi nedeniyle çok eleştirilen, ama "Tanrı öldü" diyerek Varoluşçuların öncülüğünü yapan ve üstün kavrayış becerisiyle çok takdir edilen Nietzsche, aşkı insanın güç arzusuyla ilişkilendirir. Ona göre, aşk, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmesi ve en yüksek gücüne ulaşması için bir fırsattır. Nietzche, en yakın arkadaşı Richard Wagner'in (Aynı zamanda ünlü besteci Franz Liszt'in kızı) Cosima'yla, karısı Cosima Wagner'e deli gibi aşık oldu. Hayatının geri kalanını, onun bir gün karısı olması hayaliyle yaşadı. Bu karşılıksız ve hayalperest tutku, onun son yıllarını akıl hastanesinde geçirmesinin nedenlerinden birisi olacaktı. 
 
Modern zamanların Varoluşçu düşünürü, Fransız yazar Jean Paul Sartre'ın, Feminizmin öncüsü, "Kadın doğulmaz, kadın olunur" diyen Simone de Beauvoir ile yaşadığı aşk, geçen yüzyıla damga vurmuştur. Esas garibi, her iki yazarın da özgürlüklerine aşırı önem vermiş olmasına rağmen bu birlikteliği ömürleri boyunca sürdürmüş, ölümlerinden sonra bile yan yana gömülecek kadar aşkı deneyimlemişlerdir. Neredeyse hayatları boyunca birlikte yaşayan, kimi zamanlar ayrı bedenlerde ateşlerini söndüren ama aynı kalpte huzur bulan bu ünlü çift, 20. yılın özgür cinselliğinin sembolü olmuştur.  Onlara göre aşık olan kişi, diğerinin özgürlüğünü ve benliğini kabul eder ve onunla özdeşleşmek yerine, onu özgür bir varlık olarak tanır. 
 
Aşkın bilgiye dayalı bir tarifinin mümkün olmaması, onun tanımlanmasını imkansızlaştırır. Maddi olarak kanıtlanamaz oluşu nedeniyle aşkın tanrısal olduğuna yönelik düşünceler de olmuştur. Belki de Platon, "Şölen"de aşkın tanrısal olduğunu ifade ederken bunu kast etmiş olabilir. Yani tanrısal olanın bilgisinin, açıkça ortaya konulamadığı gibi aşkın da somut bilgilerle tanımlanamaması gibi. Bu nedenle aşkı tanımlarken bilgiden çok aşkın bir durum, bir vaziyet olduğunu ortaya koyarız. Genellikle de bir umut etme, özlem, umutsuzluk içinde kalma, kaybolma, kaygı çukurunda debelenme gibi insanın varoluş durumları olarak kendini gösterir. Bu durumların temel nedeni ise aşık olan kişinin kendi öznelliğini başka birinin öznelliğinde askıya almış olması ve onu kaybetme kaygısıdır. 
 
21. yüzyıla geldiğimizde iletişim teknolojisi herşeyi değiştirdi. Aşka, sevgiye olan bakış açıları da dönüştü. İçinde bulunduğumuz tüketim çağında, her şeyi tüketen, yaşamayı tüketerek yaşamak sanan bireyler durumuna geldik. Bu tüketim nesneleri değer kavramlarımızı ve bakış açımızı da dönüştürdü. Aşka bakış açımız da bu doğrultuda biçim değiştirdi. Artık kimi güzel duygular sıradanlaşmaya başladı. Aşkın kutsallığını ve erişilmezliğini ilahi aşkla özdeşleştiren, yüceliğini kaf dağı ve anka kuşu benzetmeleri ile anlatan aşk hikayelerinin, şarkılarının yerini, içinde hiçbir duygu barındırmayan hikayeler, şiirler, sözler aldı. Artık kırsallardan halk ozanları ve aşıklar çıkmıyor. Onlar şimdi şehirlerde, dağların yamaçlarına doğru kanser hücreleri gibi yayılan gecekondu mahallelerinde kapitalizmin çarpık yapısıyla boğuşmaktan nasırlaşmış kalpleriyle; yaratıdan, duygudan yoksun bir şekilde, yüzeysel söylemlerle yaşıyorlar. Aşkların ömürleri kısaldı. Karşımıza çıkan bir gecelik aşklara şaşırmaz olduk. Herkesin ağzında ne ifade ettiğini, ne anlama geldiğini hissetmeden, içi boş "Aşkım" kelimesi, o nasırlaşan kalplerin avuntusu.  Bu kelime kullanıldığı ölçüde içi boşalıyor, anlamsızlaşıyor. Sokaklarda artık aşkından divaneye dönmüş aşıklar dolaşmıyor. Şimdi onların yerini; kadını cinsel bir objeye dönüştürerek sahiplenen, eli tabancalı, bıçaklı erkeklerin aşk cinayetleri aldı.  Gençler, aşkla daha erken tanışıyorlar. Gençlerin yüzde 47.5' ilk aşkını 16 yaşından önce yaşıyor. Erken başlayan aşk hayatları da olgunlaşmaya  fırsat bulamadan erkenden sonlanıyor. Ama ne gam? Gitsin Veli, gelsin Ali. Böyle olunca da gençlere “Aşık olduğunuz kişi için ailenizden mi, paradan mı yoksa okulunuzdan-işinizden mi vazgeçersiniz?” diye sorulduğunda, yüzde 45’i hiçbirinden vazgeçmeyeceklerini belirtiyor, fedakarlıkta bulunmayacaklarını açıkça söylüyorlar. 
Tüm gençlere mutluluklar diliyorum. Bilsinler ki hiçbir mutluluk, fedakarlık olmadan değer bulamaz.
 
Sevgiyle kalın, aşkla yaşayın…
 
Lami Yağcılarlıoğlu
 
Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: