Bilge Sincap
Hava çok güzeldi. Pırıl pırıl güneşli bir gün, sıcaklık yirmi derece dolaylarında.
O yıl Aralık ayının yirmi altısında, hala doğru dürüst soğuk görmemiştik. Kışın ilk ayını tamamlamak üzereydik. Daha geçen hafta "Bu sene yılbaşını karsız geçireceğiz herhalde" diye düşünmüştüm. "Nasılsa Sicilya’da Catania’da olacağımız için biz her halükarda kar görmeyecektik yeni yıla girerken" diye aklımdan geçiriyordum. Kış. Tabiatın öldüğü, hırçın, soğuk, sert, amansız mevsim bir türlü gelmiyordu bu yıl. Sonbahar da ha keza. Oysa zamanı geldiğinde bazı şeylerin yenilenmesi için bazı şeylerin yok olması gerekmiyor muydu?. Aslında kışın gelmemesinin nedeni benim biraz daha kızımla beraber olmam içinmiş de ben bunun ayırdına varamamışım. Bu ne aymazlık!
Sonbahar ne kadar da uzamıştı. Ginseng ağacının yaprakları sapsarı bir dekor sergiliyordu, yemyeşil çimenlerin üzerinde. Eşim ağacın dibine ekmek, bulgur serper kuşları davet ederdi. Kızım da onlarla sessizce yarenlik ederdi. Önce serçeler gelirdi. Cıvıl, cıvıl, neşe içinde, zıp zıp. Sesleri, kulaklarımızda neşeli bir operetin nağmeleriyle gibi yankılanırdı. Sonra yanlarına kumrular gelirdi. Tombul gövdelerini bir sağa, bir sola devirerek, ağır ağır yaklaşırlar ve vakurla koyduğumuz yemlerin içinden kendi nasiplerini almaya çalışırlardı. Onlar yaklaştıkça sayıca çok daha fazla olan serçeler kaçmaz, ama sanki aralarında yazılı olmayan bir anlaşma varmış gibi yol açarlardı. Yemlere daha yakın bölgede kumrular vakarla dolaşıp eşleriyle gurul gurul nağmeleşirken serçeler de etraflarında küçük küçük hareketlerle uçar, konar, daireler çizer, cıvıltılarıyla kumruların pes, bas seslerini zenginleştirerek pastoral bir melodi yaratırlardı. Ama az sonra bu büyülü ortam bozulacaktır. Kapkara gövdesini saran beyaz göğüs tüyleri ve kanatlarındaki zümrüt yeşili ile enfes bir güzelliğe sahip olan alacakarganın gelmesi ile bu şenlik pırrr diye dağılacaktır. Alaca karga da gücünden ve yemlik alandaki hakimiyetinden emin hiçbir şeyden çekinmeden kah yemlenecek, kah kendisini seyretmekte olan kızıma baştan çıkarıcı nazarlar fırlatacaktı. Bu tablo hemen her sabah tekrarlanırdı. Kuşlar ona, o kuşlara ne kadar da alışmışlardı. Sanırsınız biri olmazsa tabiatın dengesi bozulacak.
Bu görsel şölenin bir ayrı misafiri daha olurdu; sevimli sincabımız. Yanı başımızdaki koruluktan kopup gelen bu sevimli yaratık için doğal olarak başka ikramımız olurdu. Eşim, bu sevimli yaratığı çağırmak için mutfaktaki en tombul fındıkları seçer, onları bırakırdı Ginseng ağacının altına. Sincabımız da seri adımlarla, bir sağ tarafa yönelir, durur, etrafı kollar, tehlike olmadığını anlayınca bu sefer tamamen aksi tarafa gider, yine etrafı kollar, kimsenin olmadığından, kuşların gittiğinden emin olunca ürkek, ama kararlı bir şekilde hedefine ulaşırdı. Ve işte şimdi o görkemli an gelecekti. Yerdeki fındığı küçük ve kısa ön ayaklarıyla alacak, arka ayaklarının üzerine oturacak, kollarını uzatarak sevimli yüzüyle kızımı selamlayacak. O an kızımın nadiren gülen yüzünü bir aydınlık kaplayacak ve kendine özgü iç çekişiyle bu selamlamaya minnetini dile getirecektir. Hemen arkasından her zaman, her mutluluk dalgasının arkasından gelen duyguyla başını yana devirerek öne eğecek ve mutsuzluğun gölgesi yüzüne vuracaktır. Sanki bu dünyada onun mutlu olmaya hakkı olmadığı bir anda aklına geliyor da hemen eski, mutsuz maskesini yüzüne takıyor sanırsınız. Ya da mutlu olduğu zaman yüzüne gülen ifadeyi yansıtan 46 kasın, o kombinasyonu, onda dayanılmaz acılar yaratıyor, bu masum bedeni ıstıraba gark ediyordu. Sincap belki kaçıncı kez soruyordu kendine, "Niye onu selamladığım zaman, yüzü biran aydınlanıyor, hemen arkasından küsüyor" diye. Zavallı hayvancık nereden bilecek kızımın durumunu. Yoksa o biliyor mu? Doktor doktor dolaşıp, ansiklopediler, makaleler devirip de sırrına varamadığım bu davranışı şu basit sincap, hayvansal güdüsüyle biliyor da onun için bıkmadan her gün bu ilahi bahçeye gelip sonucunu bildiği halde tüm sevimliliği ile marifetlerini kızıma sergiliyordu.
Evet, evet, bu doğru olmalıydı. Böyleydi işte benim kızım. Onunla karşılaşan, ona dokunan herkesi kendisine bağlardı. En kapalı, en katı kalpler, en sevgisiz insanlar, en hoyrat tavırlı kişiler onunla karşılaşınca sanki bir ışık seline kapılmışlar gibi karşısında erirlerdi. Herkese huzur veriyordu; ister ailesinden olsun, ister komşulardan, ister aynı dili konuşan, ister yabancı bir dilden hiç fark etmezdi. O konuşamayan, yürüyemeyen, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayan yavrucuk, sanırsınız insanlara huzuru, sükûneti, varoluş nedenlerini düşünmeye davet etmek için yeryüzüne gönderilmiş bir melek.