BİLGİSAYARLARA DUYGUSAL BİR DOKUNUŞ
BİLGİSAYARLARA DUYGUSAL BİR DOKUNUŞ
İnsanlardan daha hızlı ve güvenilir olan bilgisayarlar, bir gün gelecek, ilk günahın cezasını sona erdirecek.
Altmışlı yıllarda iş hayatına büyük bir yenilik girdi; bilgisayarlar. Bu makine; bir elektronik işlemci ile bu işlemciye; bir yerde depolanan bilgilerin adreslerine nasıl ulaşacağını ve bu bilgileri ne şekilde işleyeceğini söyleyen bir işletim sisteminden oluşuyordu. İşletim sistemi basit bir yöntemle komut veriyordu. "Devreyi aç veya kapa". Aç "1", kapat "0". Bu iki kodla makine; bilgilerin nerede depolandığını keşfediyor, oraya gidecek yola yönlendiriliyor, datalar ile hangi işlemleri yapacağını öğreniyor; topluyor, çarpıyor, bölüyor, sonuçları nereye depolayacağının talimatını alıyor.
Makineye ne yapacağı talimatını ise çeşitli yazılım dilleri kullanarak programcılar veriyordu. Programcı; bilginin sisteme nereden, başka bir deyişle bilgisayarın hücrelerindeki hangi adresten okutulacağını, o bilgi ile hangi işlemin, hangi sırayla yapılacağını, sonucun nerede depolanıp, nerede kullanılacağını kafasında tasarlıyor; adına "Program" denilen bir komut dizisiyle bilgisayara aktarıyordu. Bütün bu komutlar ise makineye delikli kartlarla veriliyordu. Makine deliğin olduğu yerde elektrik devresini tamamlıyor, yolunu buluyor, delik olmadığı yerde devreyi tamamlayamıyor, akım geçmediği için yoluna devam edemiyordu. "1" pozitif elektrik yükünü, "0" negatif elektrik yükünü temsil ediyordu.
Dünyanın ilk işlevsel bilgisayarının ortaya çıkması aslında çok da eski değil. Adı ENIAC olan ilk bilgisayar, 1943 yılında yapıldı. 9x15 metrelik bir odayı doldurmaktaydı Saniyede ancak 5.000 işlem yapabilen ve ağırlığı 30 tonu bulan bu ilk bilgisayarla, bir problemi çözmek için, 6 000 kablonun elle fişe takılması gerekiyordu. Üretiminde 10 bin kapasitör, 70 bin direnç, 18 bin vakum tüpü, 1500 röle, 6 bin kumanda anahtarı, 7 bin 200 kristal diyot kullanılan bilgisayar, 5 milyon birleşim noktası ile bir araya getirildi. Saatte 150 kilowatt elektrik tüketen ENIAC'daki 18 bin vakum tüpünün, başka bir deyişle ampulün, yaydığı ısıyla baş etmek için körüklü bir soğutma sistemi kullanılıyordu.
1950'lerin başlarında geliştirilerek hantallığı ve soğutma sorunu görece düzeltilen bilgisayarlar daha çok teknik dergilerin makalelerinde boy göstermeye başladılar. Ancak kullanılan tüpler, hala çok fazla enerji harcamakta ve ısı yaymakta idi. Bu dönemde bilgisayarlarda kullanılan lambaların yerine transistorlar kullanılmaya başlandı. 1950lerin sonunda geliştirilen, bugün de hala bilgisayarlarımızda yer alan, CPU (Central Prossesing Unit-merkezi işlemci) ile geliştirilen bellek ve operasyon sistemleri, ikinci nesil bilgisayarların ortaya çıkmasını sağladı. Bununla birlikte bilgisayarlar iş hayatına sessizce girdiler. 1960lı yıllarda veri ve programlar, manyetik teyp ve tambur gibi bilgi saklama araçlarıyla saklanabiliyordu. Ticari amaçlarla kullanılabilen ve seri halde üretimi yapılan ilk bilgisayar UNIVAC I oldu. Aynı yıllarda IBM 701 bilgisayarı piyasaya çıktı. Bugünkü bilgisayarlarla kıyaslanamayacak kadar büyük boyutlardaydılar. Sanayinin yarattığı kavrama uygun olarak o zamanlar her şeyin büyüğü makbuldü. Ne kadar büyükse, ne kadar çok yer kaplıyorsa o kadar yüksek performansa sahip olacakları düşünülüyordu. İnsanların henüz görmedikleri bu makinelere duydukları hayranlık; onları kafalarında olduğundan çok daha büyük ve marifetli canlandırmalarına sebep oluyordu. Aynı anda birçok iş yapabilen, insanlardan çok daha hatasız çalışan bu makinelerin ünü, bir anda dünyaya yayıldı.
Veriler ve programlar bilgisayara delgi kartları ile yükleniyordu. Assembler, COBOL, FORTRAN gibi programlama dilleri, bilgisayarların daha fonksiyonel kullanılmasını, çeşitli simülasyonların (benzetim programları) kurgulanarak değişik senaryoların denenmesine olanak sağlıyordu.
Üniversiteye girdiğim yıl (1969) benim bilgisayarla tanıştığım yıl oldu. O zamana kadar "Bilgisayar" diye bir şeyler duyuyoruz, ama ancak gazete sayfalarında. O zamanki adı da "Kompüter" idi; İngilizce "Computer-hesaplayıcı" kelimesinden alıntı olarak. Ülkemizde sadece birkaç tane bilgisayar vardı ve henüz şirketlere girmemişti. Bizim üniversitedeki bilgisayar hem akademik çalışmalarda kullanılıyor hem de şirketlere kiralanarak her dakikası değerlendiriliyordu. Üniversite 1. sınıfta alacağım dersler arasında "Bilgisayar" dersinin zorunlu dersler arasında olduğunu görünce çok heyecanlanmıştım. İlk olarak COBOL dilini öğrendim. Derslerde ön bilgileri aldıktan sonra ilk programımı yazdım. Yazdığımız programı bilgisayara yüklemek o zamanlar ancak delgi kartları ile mümkün oluyordu. Delgi kartlarına programımızı aktarmamız ise ancak delgi makineleriyle olurdu. Makine sayısı az, öğrenci çok. Sıraya girersiniz. 30 dakikalık zaman aralıklarından birini seçersiniz ve o saatte makinenin size tahsis edilmesini beklersiniz. En rahat sıra bulma saatleri tahmin edersiniz ki gece saat 01.00 ile sabah 06.00 arası saatlerde oluyordu. Kendime gecenin geç saatlerinde bir yer buldum. İlk kartımı deldim, ama belki bu arada 5-6 kart ıskartaya ayrıldı. O zamana kadar daktilo ile tanışıklığım olmuştu, ama delgi makinesinin klavyesi daha farklı idi ve üstelik çözemediğim bazı karakterler de içeriyordu. Bu bakımdan yazarken hata yapma olasılığımız hayli yüksek oluyordu. Bir yandan kartları delerken, bir yandan da delgi makinelerinin durmadan işleyen sesleri arasında; "Tanesi bilmem kaç kuruş imiş" diye kartların ne kadar pahalı olduğunu aramızda fısıltıyla konuşurduk. Başkalarını bilmem ama bize ne kadar ayrıcalıklı bir imkân tanındığını düşünür, hata yaparak ziyan ettiğim her kartta, bunun bana yüklediği sorumluluğu ağır bir şekilde hissederdim.
Programlarımız ilk başta 20-30 satırlık (kartlık) programlardı. Kartlarınızı deldikten sonra sıra bilgisayarda programımızı çalıştırmaya gelirdi. Ancak bilgisayarda sıra bulmak, delgi makinelerinden çok daha zordu. Bilgisayar odasının önündeki sürgülü, ufak pencereden programımızı vermek için sıraya dizilir, kapağın açılmasını ve programlarımızın teslim alınmasını beklerdik. O kapağın arkasında biliyorduk ki Türkiye’nin ilk bilgisayarlarından biri duruyordu. İçimizde önü alınamaz bir merak olurdu içeriye girip bilgisayarı görmek için, ama içeri girmek yasaktı. Nihayet kapak açılır, en önde bekleyen kişi programını içerdeki görevliye verirken biz arkadakiler eğilir, kalkar, sağa sola hareket ederek, içeriye bakar, ufacık pencereden bir şeyler görmeye çalışırdık. Bilgisayarın tamamını görmemize imkân olmazdı tabii. O bir dakika kadar süre içinde, işlem tamamlanıp da kapak kapanınca birbirimize dönüp; "Gördün mü bilgisayarı, kocaman, bir oda kadar var." diye fısıldaşırdık. O merakımızı, bilgisayarı görme ayrıcalığına erişme şansımızı ve fısıldanmalarımızı, görebildiğimiz kadarıyla izlenimlerimizi birbirimize aktarmanın heyecanını bugün bile içimde taşıyorum.
Ama o kapağın belleklerimizde bir başka yeri daha vardı. Programımızı verdikten sonra içerdeki görevli bize bir fiş uzatır ve programı ne zaman gelip alabileceğimizi bize söylerdi. Bu da genellikle 3 gün sonrası olurdu. O üç gün boyunca içimiz içimizi kemirirdi. Acaba programım çalışacak mıydı? Bu bekleyiş, verilen randevu anına kadar devam eder. O heyecanla çoğumuz vaktinden önce kapağın önüne gelir, bekleşirdik; olur a belki programı önceden almak mümkün olurdu. O an geldiğinde görevli kapağı açar bize programımızı verir, büyük bir heyecan içerisinde yanları delikli bilgisayar çıktısını alır ve heyecanla açardık. Ve çoğumuzda bir hüsran, hayal kırıklığının yarattığı kısa bir şaşkınlık anı yaşanırdı. Öyle bir defada o programı çalıştırmak hemen hemen kimseye rast gelmemişti. En dikkatlimizin bile delgi makinesinde bir delgi hatası yapması adeta kaçınılmazdı. Ve çıktı raporunda şu zalim söz bizi yerimize mıhlardı. "Syntax (sözdizimi) hatası : satır 4, sütun 14" Programımız buraya kadar çalışmış, ama makine sonrasını okuyamamıştı.
Bu demektir ki; tekrar delgi makinesinden gün ve saat alacaksınız, hatalı olan kartınızı tekrar yazacaksınız, kapağın önünde sıraya girip programınızı vereceksiniz, yeniden gün almak, 3 gün sonra gelmek ve yine bir sözdizimi hatası, bu sefer satır 12. Bu demektir ki "İlk 12 satır düzgün çalıştı. Birkaç deneme ile "Syntax" hatalarınızı düzeltip programınızın tamamını bilgisayara yükledikten sonra esas işlem başlıyordu. Çünkü işin özü, makineyi düşünceleriniz doğrultusunda çalıştırmak. Hazırladığınız program mantığınız doğru mu? Kurgunuzun doğru olmaması demek, o ana kadar geçirdiğiniz tüm süreci tekrarlamanız gerektiğini size söylerdi. Programımı almaya gittiğimde o kapağın önünde hep bu heyecanı yaşardım. O kapağın önünde sabırlı ve sakin olmayı, yılmamayı, başarının kolay elde edilebilen bir şey olmadığını öğrendim. Ama program doğru çalışıp sonucu elinize aldığınızda, yaşadığınız mutluluğu hiçbir şeyle değişemezdiniz.
1970'li yıllardan sonra bilgisayarlarda büyük çaplı tümleşik (entegre) devreler kullanılmaya başlandı. Bu teknolojinin kullanılması; bilgisayarların hesaplama hızlarını ve güvenirliliğini çok büyük ölçüde arttırdı ve hacimleri de çok, çok küçüldü. 1981’de IBM, bilgisayar endüstrisinin gelişmesinin temel taşlarından biri olan kişisel bilgisayarını (PC) tanıttı ve ilk PC’yi 1981 yılında piyasaya sürdü. Kısa bir zaman diliminde IBM PC'ler standart hale geldi ve dünyanın her tarafında IBM uyumlu bilgisayarlar üretilmeye başlandı. Yazılımlar da IBM PC uyumlu olarak yazılmaya başlandı. Bu dönemden günümüze kadar bilgisayar teknolojisi akıl almaz bir hızla ilerledi. İlk üretilen bilgisayarların kullanımı zordu. Bunları ancak eğitimli insanlar kullanabilirdi. Fakat bilgisayarların donanımındaki gelişmeye paralel olarak yazılım alanındaki gelişmeler, bilgisayarları bütün insanların kullanabilmesine olanak sağladı. Artık bilgisayar insan hayatının ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçası oldu.
Bu yazıyı hazırlamaktaki amacım bilgisayarın tarihçesini yazmak değil. Geldiğimiz noktada bilgisayarların ne kadar geliştiğini ve vazgeçilmez olduğunu belirttim. Ama içimi huzursuz kılan birkaç noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim. Yukarda da bahsettiğim gibi daha önceden bilgisayar programlarını hazırlarken her şeyini biz yazıyorduk. Bilgisayarın mantığını, nasıl çalıştığını bilerek kendimizi adeta makine ile özdeşleştirirdik. Şimdilerde bunu daha iyi yapanlar da var elbette, ama bunlar sadece özel olarak program geliştirme işinde çalışanlar. Oysa önceleri bilgisayar kullanan her kişi bunu bilmek, kendi düşünce yapısını bilgisayar ile özdeşleştirmek durumunda idi. Örneğin bir simülasyon (benzeşim) programında, bir dizi olaydan rastgele bir olayı seçmek için bile ayrı bir alt döngü programı yazmak gerekiyordu ki bu da en az 15-20 satır olurdu. Bugün kullanıcıların büyük çoğunluğu bir parmak hareketiyle eskinin onlarca kartıyla (bazı durumlarda yüzlerce kartla) yapılan işlemlerini yapabilmektedir. Üstelik arkada çalışan süreci bilmesine, nasıl yaptığını düşünmesine gerek kalmadan. Sadece sonucunu alıp bir sonraki işlemi yapmaya odaklanarak.
Bu durum, başta iş yerlerinde olmak üzere, pek çok faaliyeti soyut bir hale getirmektedir. İnsanlar da giderek; neyi nasıl yaptıklarını bilmeden, özümsemeden yaptıkları işe yabancılaşmaktadırlar. Çalışanların çoğu, bilgisayar başında, sadece bir parmak hareketiyle, bir tuşa basmakla ya da bir ekrana dokunmakla yükümlü hale geldiler.
Bir diğer konu, önceleri bu programları kişisel olarak yazarken birbirimizle de yakın temastaydık. Öyle ya, bir döngüyü nasıl kurarsan daha az kart kullanırsın, bir işlemi hangi sırayla yapmak daha olumlu olur, sorunu çözmek için hangi programla daha iyi/kolay sonuç sağlanır. Bu konulara destek almak için insanlarla sürekli fikir alışverişinde bulunmak gerekiyordu. Ama bunlar ortadan kalkıp her şey otomatikleştikçe insanlar daha bireysel çalışmaya yöneliyor. Bu sefer kültürel ve sosyal ilişkiler giderek kısırlaşıyor. Bir başka deyişle bilgisayar kullanımının, insanı giderek yalnızlığa itmesi kaçınılmaz oluyor.
Buna bir de pandemi sonrası evden çalışma uygulaması eklenince, insanlar arasındaki fiziki ve sosyal mesafenin artması kaçınılmaz oldu. Gelişen teknoloji sayesinde artık herkes bürosunu ufacık bir laptop içine sığdırabiliyor. Bireysel çalışanlar, büro dahi açmadan işlerini yürütebiliyor. Yaşantımızın sosyal açıdan giderek sanayi öncesi topluma benzeyeceğinden korkar olduk. Sosyologlar şimdiden araştırmalarını bu alana yönlendiriyorlar. Yakın bir gelecekte toplum yaşamımızda yeni düzenlemelerin yapılması kaçınılmaz hale gelecektir. Bunu söylerken sadece çalışma hayatını düzenleyen yasalar bağlamında söylemiyorum. Kültürümüz, aile yaşantımız, insan ilişkilerimiz, ekonomi, şehir planlamaları, sosyal alanlar… Pek çok alanda yeni bir yaşam düzeninin gerekliliği giderek kendini daha fazla hissettiriyor.
Bir başka yazımda buluşmak üzere…