İLK PARA
Sokak kapısını açtım. Avludan iki taşa basarak çıkılan kapının eskimiş, taşlaşmış ahşap eşiğine basarak durdum. Ellerimin başparmaklarını, pantolonumun askılarına takmış; keyifle, etrafa "Sokakta kimler var!" diye bakınıyordum. Ancak bir at arabasının geçebileceği genişlikteki dar sokağımız dereden çıkarılmış, kafam büyüklüğündeki taşlarla kaplıydı. Taşlar arası toprakla doldurulmuştu. Üzerimde, annemin bana yeni diktiği, uzun kollu, bej-kahverengi ekoseli, manşetleri düğmeli gömleğim vardı. O yıllarda insanların fazla parası yoktu. Giyecek, ayakkabı vb. bayramlarda alınır ya da annelerimiz dikerdi. Çocukların da harçlığı olmazdı. Sokağa doğru bağırdım.
- "Heyyy! Bakın! Ben artık baba oldum."
Bir yandan da kollarımı kaldırmış, kollarımın manşetlerini gösteriyordum. Ama sesimi kimseye duyuramamamın garipliği ile suratım çabucak değişti. Annem, evdeki tek odamızda, henüz üç aylık olan kardeşimi emziriyordu. Tatlı bir sonbahar havası vardı dışarda. Yağmur yeni dinmiş, güneş bulutlar arasından yüzünü gösteriyordu. Sokakta akranım olacak bir tek yan komşunun kızı Emine vardı. O da zaten sokağa pek çıkmazdı. Evin diğer odasında yaşamakta olan amcamların oğlu İsmail ise daha iki yaşındaydı. Bir de arka sokakta oturan Metin diye büyük bir çocuk vardı, 10 yaşlarında. Akşamüstü odamızın niş gibi derin oyuklu penceresinin içine oturur, sokağı seyrederken pencerenin önüne gelip bana durmadan küfür ettirmeye çalışırdı.
- "Şiişşt! Lami lan! A…k de bakimmm."
Ne olduğunu bilmiyordum ama kötü bir söz olduğunu, söylememem gerektiğini seziyor, ağzımı açmıyordum. Ama o da benim için çok büyük yaştaydı. Berber Hayati'nin oğlu Mustafa gibi.
Henüz 4,5 yaşındaydım. Sokağın ortasına doğru meyilli taşların oluşturduğu kanaldan yağmur suyu hala şırıl, şırıl akıyordu. Suyun şırıltısı bana sıkıştığımı hatırlattı. İçeri girdim. Avluda bulunan evin tek helasının önündeki takunyaları giydim. Helaya da iki büyük taşa basarak giriyorduk. Hela taşının kenarından ortadaki çukuru nişanlayarak çişimi yaptım. Çukur o kadar büyüktü ki, o yaşlarda adamı yutacakmış gibi görünüyordu bana. Kış geceleri tuvalete gitmek ölümdü. Karanlık, soğuk, yalnızsın, korkarsın. Ama korktuğumu kimseye belli etmez, kimseden de yardım istemezdim. Heladan çıkınca avlunun sağ tarafından bulunan, eskiden hayvanlar varken ahır olarak kullanılan, şimdilerde odun, kömür, bahçe aletleri vb. koyduğumuz depodan sarı çizmelerimi aldım. Evde hayvan olarak, mutfakla küçük odanın arasında kalan çiçek tarhının bir kenarına sıkıştırılmış küçücük kümeste yaşayan üç tavuk, bir horoz vardı. Onlar amcamlarındı. Ayağımdaki mandallı, plastik, kahverengi ayakkabıları çıkartıp çizmelerimi giydim. Sokağa çıkınca üç adımda, sokağın ortasında akan suyun içine girdim. Elimi araba direksiyonu tutar gibi tutup, vücudumla birlikte sağa, sola çevirerek suları yara, yara koşmaya başladım. Dudaklarımı büzerek araba sesi çıkarmayı da ihmal etmiyordum. Arada bir "Düütt, dütt" diye korna çalıyor, "Çekilin yoldan" diye bağırıyordum. Sokakta benden başka kimse yoktu. Ama ben kalabalık bir caddede, insanların, arabaların arasında kıvrıla, kıvrıla ilerliyordum. Sulara öyle sert vuruyordum ki bazen su yüzüme kadar sıçrıyordu. Hayalimdeki caddede,bütün arabaları geçiyor olmanın yaşattığı mutluluğun keyfi,yüzümü aydınlatıyordu.
Mutluğum aniden sona erdi. Sokak bitmişti. Arkadaki, sokaktan biraz geniş caddeye geldim. Caddeydi ama buradan araba geçtiğini çok rastlamazsınız. Sol köşede bir terzi, onun yanında bazen kireç, bazen kömür satan, dışı beyaz, içi karanlık bir dükkân vardı. Kırık cam, hurda da topluyordu. Sahibinin adını bilmiyordum, ama seviyordum onu. Sandalyesini kapının önüne koyar, gazetesini okurdu. Gelen geçen herkes onu selamlamadan geçmezdi. O da güler yüzü, davudi sesi ile başını gazetesinin üzerinden kaldırır, üşenmeden herkese selam verir, hal hatır sorardı. Onun önüne gittim. Yağmur nedeniyle içerdeydi. Daha kapının önüne çıkmamıştı. Loş kapıdan içeri doğru baktım.
- "Gel bakiim buraya! Ne istedin?
Sesi son derece yumuşak, güven vericiydi. İçerde, sokağa bakan duvar kenarında küçük bir ofisi vardı. Ofis yerden iki basamak yukardaydı. İçeri girmeden, parmaklarımı birbirine dolayarak;
- "Şeyyy. Amca ben de kırık cam getirsem alır mısın?
Bana bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Yerinden kalktı, aşağıya, yanıma geldi. Dizlerini bükerek başımın hizasına kadar eğildi. Başımı okşadı;
- "Tabii alırım. Neden almayayım?" İçimi, yeni bir sevinç dalgası kapladı.
- "Yaşasınnn!…" diyerek fırlayıp dışarı çıktım.
Artık istediğim zaman leblebi şekeri ya da horoz şekeri alabilecektim. Yeter ki kırık cam toplayabileyim.
Tekrar sokağımıza daldım. Gözüm yerdeki taşların arasındaki toprak parçalarını taramaya başladı. Genelde oynarken rastlıyordum cam kırıklarına. Bakışlarımla sokağı tarayarak ilerledim. Ama hiç cam parçası yoktu. Köşeye kadar ulaştım. Bizim ev bu köşedeydi. Yerden bir metre yükseklikte penceremiz vardı. Metin'in, parmaklıklarına yapışıp bana küfür ettirmeye çalıştığı pencere. Diğer köşedeki evi görünce gözlerim parladı. Burada anneannemler, yani Afyonlu Hatice ve kocası Osman oturuyordu. Annemin annesi yoktu. Annemin doğumunda ölmüş. Dolayısıyla benim de anneannem yoktu. Annemi, anneannesi ve dayısı büyütmüş. Babamla evlenirken Susurluk'tan gelmiş ve babaannemin çok iyi arkadaşı olan, Afyonluların evinden gelin çıkmış. Bunları babam bana anlatırken "Senin annen asla evlatlık değildi." diye ekleme yapma ihtiyacı duymuştu. Bizim evde geçmişimiz konuşulmazdı. Fazla akrabamızda yoktu. Böyle olduğu halde bu eklentiyi yapması beni düşündürdü doğrusu. Ama o kadar. Bir daha kimse bu konudan bahsetmedi.
Anneannelerde kırık cam, şişe olabilirdi. Ama yoktu. Yılmadan aramaya devam ettim. Sokağın diğer sonuna geldim. Bu sokak, Balıkesir'in o zamanlar en işlek caddesi; "Milli Kuvvetler" caddesine paralel, bizimkinden daha geniş bir sokaktı. Orada cam bulma olasılığı daha fazla olacaktı. Ama benim, bizim sokağın dışına tek başıma çıkmaya iznim yoktu. Geri dönmeyi düşünürken gözlerim sevinçle parladı. Bir cam görmüştüm. Hem de avucum kadar büyük. Ama toprağın arasına sıkışmıştı. Elimle çıkarıp alamazdım. Gözüm onu topraktan çıkarabileceğim bir taş, tahta parçası aradı. Sonunda buldum ve cam parçasını topraktan çıkardım. Sevinçle doğruldum. Etraf bana çok yabancıydı. Sokakta ilerledim. Burası bana cam kenarında küfür ettirmeye çalışan Metinlerin sokağı olmalıydı. Evler daha büyük ve daha güzel görünüyordu. Sokakta iki Akasya ağacı vardı. Güneş görmediklerinden, cılız kalmışlardı. Buna rağmen sokağa farklı bir görünüm katıyorlardı. Yeni dünyalar keşfetmek içimde büyük coşku uyandırmıştı. Bu coşku, yerde cam bulmaktan çok daha güzeldi. Buraya daha sık gelmeliydim. Hatta bu sokağın öbür tarafını da görmeliydim. Ama bugün değil. Sokak yay şeklinde kıvrılıp bizim evin arkasındaki, araba geçmeyen caddeye çıkıyordu. Daha fazla açılmamalıydım. Geri döndüm. Bizim sokağa girdim. Adımlarım kararlı ve hızlıydı. Kireççinin önüne geldim. Avucumu açtım. Cam parçasını uzattım.
- "Bunu satmak istiyorum."
Kireççi bir an ne diyeceğini şaşırdı. Ama çabuk toparladı. Yüzü aydınlandı. Elimdeki camı alıp hurda camların arasına fırlattı.
- Demek satacaksın! Peki o zaman, ben de aliim."
diyerek cebinden bir yüz para çıkardı.([1]) Avucuma sıkıştırdı.
- "Teşekkür ederim." diyerek sevinçle dışarı fırladım. Doğruca bakkala yukardaki bakkala koştum. Bakkala parayı uzattım.
- "Ne istiyorsun?" diye bana sordu.
Ne alacağımı gayet iyi biliyordum, gene de belki daha cazip bir şey görürüm diye etrafı gözden geçirmeyi ihmal etmedim. Kapının hemen girişinde yerde iki kasa gazoz, üstünde de büyük bir buz parçası vardı. Bakkallara henüz buzdolabının gelmediği yıllardı. Buz önemli bir metaaydı. Ticareti yapılırdı. Kalıplar testere ile kesilir, talaşa sarılarak iple bağlanır, dağıtılırdı. İçerisi loş ve dağınıktı. Tıka basa, birbiriyle alakası olmayan mallar, bir düzen olmadan oraya buraya konulmuştu. En önde, çuval içinde soğan, patates, sandıklar içinde meyve, sebzeler duruyordu. Hemen karşılarında nohut, fasulye, pirinç şeker çuvalları, üst üste konulmuş süpürge ve urgan çilesi duruyordu. Kesme şeker pahalıydı. Onu almazdık. Tavandan kuru bamya, patlıcan, biber hevenkleri sarkıyordu. Çuvalların bir üst sırasında; yarısı cam kapaklı, üstten açılıp kapanan, kenarları teneke takviyeli, mukavva kutular içinde çeşit, çeşit bisküviler bulunurdu. Dükkân girişinin karşısında nişasta, tuz, un, hoşaflık ürünler, düzensiz şekilde yer almıştı. Yanlarında ise patiska beyaz torbada pirinç unu, İnhisar tuzu, Atlı marka kola, Öküzbaş marka çivit vardı. Çivit; deterjan öncesinde, sararmış çamaşırları daha temiz göstermek amacıyla, son durulama suyuna katılan, çivit otundan imal edilen, mavimsi bir üründü. Köşedeki genişçe rafta ise ekmekler duruyordu. Karşıdaki çuvalların arka tarafında, yağ tenekeleri bulunuyordu. Hemen yanında, leğen içinde iki, bir, yarım, çeyrek litrelik teneke yağ ölçekleri vardı. Ama çocukları esas ilgilendiren tezgâhın üzerinde bulunan dizi dizi kavanozların içindeki rengârenk şekerlemeler olurdu. Şekerlemeler içersinde en çok sevdiğim leblebi şekeri ile incir şekerlemesiydi. Onların yanında da çıt çıt, kopça, renkli boncuklar yine kavanozda durur, yüksükle satılırdı. İki yüksük boncuk, yüz paraydı. Onların hemen yanında da tahtaya sarılmış normal veya ipek; yuvarlak veya şerit lastikler bulunurdu. Genellikle iç çamaşırlar, etek, gömlek, şort, hatta kadın elbiseleri gibi nispeten kolay dikişler evde anneler tarafından yapıldığı için tuhafiye ürünleri hayli revaçtaydı.
- "Leblebi şekeri." dedim.
Eline A4 boyutunda kullanılmış bir kâğıt aldı. Usta bir hareketle, kâğıdı "Külah" haline getirip içine 10 tane leblebi şekeri koydu. Doğrusu beklediğimden fazlaydı. Külahın kenarlarını kıvırarak bana uzattı. Sevinçle eve koştum. Eve girerken İsmail ile karşılaşırsam ona da vermek zorunda kalacaktım. Bu düşünceyle yüzümü buruşturdum. Allahtan İsmail ortalarda yoktu. Odama geçip penceredeki yerime yerleştim. Külahı açıp şekerlerden birini ağzıma attım. Şekerin tadı; dilimin ortasından arkasına, oradan damağıma, giderek beynime işledi. Aldığım hazdan gözlerimi kapamıştım ki annem yanımda bitti.
- "N'apıyorsun sen orda?" Elimdeki şekerleri görünce; "Nerden buldun sen onları?"
- "Aldım. Ben aldım."
- "Parayı nerden buldun?"
- "Kendim kazandım".
Gururlu bir eda ile söylemiştim bunu. Bu benim kazandığım ilk para idi.
([1]) Yüz para 2,5 kuruşa