KURAN KURSU HATİM İNDİRME
Çocukluk evimiz, babaannemin eviydi. Bir avlu, avlunun etrafında 3 oda; birinde biz, birinde amcamlar, birinde de babaannem yaşardı. Bizim odanın önünde "Hayat" dediğimiz bir yaşam alanı vardı. Evin aynı zamanda kileri ve yemek salonuydu! Annem sofrayı kurmak için odamızın kapısını açtı. Bahçe ile odamız arasında yer alan "Hayat" dediğimiz bölüme geçti. Ben de arkasından. Kardeşim Nesrin uyuyordu. Hayatın üstünde tavan yoktu. Çatının ahşap payandaları ortadaydı. Kapısı da yoktu. Avluya bir eşikten geçerek çıkıyorduk. Annem duvarda asılı duran sofra tahtasını aldı. Ben de yerdeki şiltenin altından yaygıyı çıkarttım. Yere serdim. Üstüne sofrayı koyduk. Hayatın en kuytu köşesinde duran tel dolaptan peynir ve zeytini çıkarttım. Sofrayı kurarken anneme yardım etmek hoşuma gidiyordu.
- "Babam gelmedi daha. Yemek mi yiyeceğiz?"
- "-Baban bu akşam gelmeyecek." Hayallerim suya düşmüştü. Arkasından ekledi.
- "Toprakla oynamış, kırık camlara ellemişsin. Git ellerini yıka. Yemeğini çabuk ye. Yatmadan önce seni yıkayacağım."
- "Daha dün yıkadın beni anne. Gene mi yıkanacağım?" Gözüme sabun kaçtığı için yıkanmaktan hoşlanmıyordum.
- "Olsun. Yarın Kur'an kursuna başlayacaksın. Oraya temiz, temiz gitmelisin."
- "Karan kursu ne anne?"
- "Karan değil, Kur'an. Allaha dua etmesini öğreneceksin. Babaannen çok istiyor."
Bizim eve gelen giden pek olmazdı. Eve gelenler babaannemi ziyarete gelirdi. Onlar da hep yaşlı insanlardı. Benim de kendi torunları gibi kuran kursuna gitmem gerektiğini söylüyorlardı. Babaannem birkaç defa babama beni Kur'an kursuna göndermesini söylemişti. Ama babam istemiyordu. Sonunda ikna olmuş demek ki.
Avluya çıktım. Çeşmemiz avludaydı. Yanında da bir tulumba vardı. Tulumbadan su çeker, çeşmenin haznesine dökerdik. Musluğu açınca kesintisiz su akardı. Hemen yanında taşın üstünde duran sabunu alıp ellerimi yıkadım. Sofraya döndüm. Babam gelmediği zamanlar akşam yemek yerine kahvaltı ederdik. Sofraya oturdum. Çöktüm demek daha doğruydu. Yer sofrasında kendimi hiç rahat hissetmezdim. Yer sofrasına en rahat babaannem otururdu. Bir ayağını altına alır, diğerini vücuduna destek yapar, rahat rahat yerdi. Benim bacaklarım onunki gibi bükülmüyordu. Hiçbir zaman da bükülmeyecekti. Dizlerimin üzerine dikilir, sağa meyil ederek yerdim. Yorulunca da sola. Sessizce kahvaltımı bitirdim. Masayı toplarken anneme yardım ettim. Odaya geçtim. Kardeşim annemlerin geniş, pirinç yatağında uyuyordu. Karşıda ve yandaki pencereli duvarları birleştiren köşeyi L şeklinde kaplayan sedire çıktım. Sedirin arkasında, içi ot dolu, sert yastıklardan birini aldım. Onu "At" yapıp, üzerine bindim. "Dehhh… tıkıdık… tıkıdık…tıkıdık.." Atımı coşkuyla sürmeye başladım. Teksas çöllerinde kovboy olmuştum. Elimde kementle, bankayı soyan haydutu yakalamaya çalışıyordum. Hayallerimi seviyordum. Bazen de tarzan oluyor, ormanda sarmaşıklara sarılarak ağaçtan, ağaca geçiyor, Jane'i kurtarmaya çalışıyordum. Hayallerim sayesinde her yerde oluyordum; Çin seddinde, denizlerde, deniz altında, bazen de uzayda.
Sedirin bittiği yerde yüksek ve büyük, koyu mavi renkli bir konsol vardı. Üzerinde bir ayna dururdu. Aynanın sağında kolalı, beyaz bir örtü üzerinde radyomuz dururdu. Ne zaman açmak istesem babaannem, aksi bir ses tonuyla; "Kapat onu! Gâvur icadı o. Şeytanları devşireceksin başımıza." derdi. Üzerinde de annemin ördüğü dantel bir örtü vardı. Konsolun üzerinde ayrıca annemin kokuları, kolonya, şekerlik, çekmecelerinde annemin takıları, iç giysiler, mektup, resim, not kâğıdı vb. bulunurdu. Pencerelerin karşısına gelen duvarda üç ahşap kapaklı dolap bulunurdu. Birinde giysilerimiz, diğerinde yüklük dediğimiz, yatak yorgan vb. eşyalarımız, kapıya en yakın olan camlı dolapta ise tabak, bardak vb. eşyalarımız dururdu. Bu dolapla kapı arasındaki girintide askılık bulunur, palto ceket vb. buraya asılırdı. Ayakkabılarımız ise hayatın girişinde çıkarılır, ahırda saklanırdı.
Annem işlerini bitirdikten sonra odaya girdi. Elindeki kovadan dumanlar çıkıyordu. Beni yıkamak için su ısıtmıştı. Onu görünce ben otomatik hareketlerle soyunmaya başladım. Annem de yüklükten yatak yorganı çıkarttı. İçi tamamen taşla kaplı yüklük aslında bizim banyomuzdu. Bunun içine girer, orada yıkanırdık. Bu yıkamalar sırasında gözümü ne kadar kaparsam kapayayım, gözüme mutlaka sabun kaçar, gözümü yakardı. Üstelik suyun ısısını ayarlamak zor olduğundan haşlanma veya donma riski de vardı. Ama banyodan sonra mis gibi kokardım. Saf zeytinyağlı sabunla yıkanmış, tertemiz pijamalarımı giyer, annemin serdiği döşeğe girer, yine hayallere, oradan uykuya dalardım.
Sabah uyandığımda babaannem hayatta oturmuş, sabırsız bir şekilde beni bekliyordu. Elinde de 99 taneli uzun tespihi vardı. Bundan başka 11'li, 33'lü değişik uzunlukta tespihleri vardı.
- "Yemeğini çabuk bitir! Hafız Teyze beklemeyi sevmez."
- "Neden babaanne?"
- "Sevmez işte…" Anneme baktım. Annem elindeki danteli örüyor, yüzüme bakmamaya çalışıyordu.
- "Hafız Teyze kim?"
- "Sana Kur'an okumayı, dua etmeyi öğretecek."
- "Hafız diye isim olur mu?
- "Olmuş işte."
- "Neden ona bu ismi takmışlar?"
- "Offf! Ne çok soru soruyorsun sen öyle." diye babaannem hışımla çıkıştı. "Çocuklar çok soru sormaz ."
Beni hafız teyzeye babaannem götürdü. Tutmakta olduğu elimi kapıyı açan şişman, başı örtülü kadına verdi. Aralarında anlamadığım bir şeyler konuşuyorlardı. Sadece "Eti senin, kemiği benim." sözünü duymuştum. Ne demekse! Babaannem döndü, gitti. Hafız Teyze de elimi bırakmadan kapıyı kapatıp, beni içeriye götürdü. Sokak kapısı kapanınca evin içinin karanlık olduğunu gördüm. Karanlığın içine doğru yürüdük. Beni penceresiz bir odaya soktu. Oda baştan başa halı kaplıydı. Etraf toz kokuyordu. Ortada bir soba, karşıda bir sedir, duvar diplerinde yer minderleri vardı. Minderlerin üzerinde tespihler ve eskimiş, okunmaktan kenarları kıvrılmış, saman kâğıda basılmış "Elifba" risaleleri saçılmıştı. Odada üç oğlan, iki de kız vardı. Konuşmadan, sedirin üstünde oturuyorlardı. Hiçbirini tanımıyordum. Hafız elimi bıraktı;
- "Geç, bir yere otur!" Sedire çıktım, duvar dibine iliştim.
- "Benden sonra tekrarlayın." diyerek başladı sıralamaya;
- "Elif, be, te, se, cim…"
Diğer çocuklar da onun dediklerini tekrarlıyordu. Ben ise parmaklarımı sıkıntı ile birbirine dolayarak etrafı gözden geçiriyordum. Sevmemiştim burasını. Hafız da bu arada sobanın üzerinde su kaynatmış, kendine sabah kahvesi hazırlıyordu. Bir yandan da harfleri tekrarlayıp duruyordu. Nihayet ders sona erdi. Koşarak dışarı fırladım. Sokağa çıkmamla, yere kapaklanmam bir oldu. Kafamı yerdeki bir taşa sertçe çarptım. Acı ve şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Az ilerde, evinin kapısının önünde, bir arkadaşı ile ayaküstü sohbet etmekte olan berber Hayati, konuşmalarını kesip yanıma seğirtti.
- "Aman evladım, dikkat etsene! Neyse, kanamıyor."
Beni yerden kaldırdılar. "Aferin sana. Bak! Ağlamıyorsun." Sonra arkadaşına dönerek "Erkekler ağlamaz, değil mi Kamil amcası." Böyle derken yavaş, yavaş da beni eve doğru götürüyorlardı. Onların dediklerini duymuyordum. Sadece nasıl düştüğümü düşünüyordum. Bir de kafamdaki zonklamayı. Kafamda bir şişlik vardı. Evde babaannem ağzında ekmek çiğnedi. Sonra ekmeği şişliğin üstüne koyup tülbentle kafamı sardı. "Hadi gel, güzelce yemeğini ye şimdi. ıspanak yaptım. Sonra seni Zehra teyzene götüreceğim."
Zehra teyzenin kocası iğneci idi. Annem alnımdaki şişliği bir de onlar görsün istiyordu. Yaşadıklarımdan sonra iştahım kaçmıştı.
- "Canım bir şey istemiyor."
- "Olmaz yemelisin! Ye bak, bunu yersen çok kuvvetli olursun." İstemeye, istemeye ağzıma bir şeyler attım.
Yemekten sonra annemle Zehra teyzelere gittik. Kocası kafamdaki sargıyı çıkardı.
- "Nasılsın bakalım?" şişliği inceledi.
- " Ben bugün ısmanak yedim, çok kuvvetliyim."
Adamın yüzü tebessümle aydınlandı. Pazılarıma dokunarak;
- "Oooo! Maşallah, çok güçlü olmuşsun." Anneme döndü;
- "Merak edilecek bir şeyi yok." Çantasından siyah bir merhem çıkardı." Bundan sürdüm şimdi. Sabah kalktığında bir daha sürersin. Bir şeyi kalmaz. Bunlar çocuk. Hemen iyileşir."
Akşam yatınca yine nasıl oldu da düştüğümü düşünüyordum. Sanırım ilk Kur'an dersimi iyi dinlemedim diye Allah beni cezalandırmıştı. Bundan sonraki derslerimi iyi dinlemeliydim. Babaannem, Elifbayı çabucak geçip Kur'an okumaya başlamamı ve sonunda hatim indirmemi istiyordu. Ertesi günler o azimle kurslara devam ettim. Çocuk olmamıza rağmen onlarla hiç oynamadım. Bırak oynamayı, hocayı beklerken dahi birbirimizle hiç konuşmazdık. Oraya gidip gelirken bir müddet sonra bitlendim. Saçlarımı usturaya vurdular. Annem başımı sirkeyle yıkadı, gaz yağı ile ovdu. Bir daha o eve beni göndermediler.
Kış gelmişti. Soğuk havada annem beni dışarıya göndermezdi. Neredeyse bütün kışı evde geçirdim. Sabahları babam bana malt bira içiriyordu. Alkolsüzdü tabii. Tadı çok hoşuma giderdi. Yıllar sonra bira içtiğimde bu tadı hatırlayacaktım. Babam Belediyede, elektrik, su tahsildarı olarak çalışıyordu. Bazı zamanlarda çantasında parayla gelir, bunları sayar, kayda alırdı. Tek bir odanın içinde, yeni doğmuş bir kardeşle birlikte çok eğlenceli değildi. Çok sıkıldığımı hatırlamasam da tahmin etmek zor olmasa gerek. En büyük eğlencem soba oluyordu. Sobanın kapağını açar, odunların çıtırtısını dinler, alevlerin dansını izlerdim. Bazen de kömürün küllenirkenki gri, kırmızı, siyah hali hoşuma giderdi. Kardeşimi sobaya yaklaştırmam yasaktı. Soğuk bir kış gününde onun üşümemesi için sobayı daha iyi tutuşturur diye, babamın çantasındaki tomar, tomar paraları sobaya attığım anlatılır. Annem fark edip, yanmaya başlamış tomarları kurtarmış. Çok çalışıyordu babam. Onu evde az görür oldum. Belediyedeki işinden başka bir orkestra kurmuş, mesaisinden sonra akşamları da müzikten para kazanıyordu.
Babam müzik öğrenimine Balıkesir Halkevinde başlamış. Halkevlerinde köycülük, kütüphanecilik, müzik, tiyatro gibi bölümler vardı. 1939-40 yıllarında Kayseri Astsubay Okulu'nda 3 yıl okumuş, aynı zamanda okulun bandosunda boru çalmıştı. Savaş sonrasında bir süre İstanbul'da kaldı. Burada Mösyö Levy'den akordeon öğrendi. Balıkesir'e dönünce ilk başlarda severek parasız çalmış, sonra bunu bir geçim kaynağı haline getirmişti.
Tek odada geçirdiğimiz o kışın en hayırlı haberini babam eve getirdiğinde kardeşimle daracık sedirin üzerinde oynuyordum. Önümüzdeki kışa kalmadan bu evden taşınacaktık. Bu haberi verdiği sırada babaannem de bizim odadaydı. Babam bizim odada soba yanarken onun da gündüzleri burada oturmasını istiyordu. Babamın müjdesine bir şey söylemeden tespihini çekmeye devam etti. Bir müddet sonra babamın yüzüne bakmadan;
- "Torunum 5 yaşını dolduracak, hâlâ elifbayı okumadı."
Babam hiç sesini çıkarmadı. Belli ki getirdiği müjdenin üzerine limon sıkılmasına içerlemişti.
Şubat sonunda bir soba faciasının daha eşiğinden döndük. Ben yine ateşin gücünü imtihan etmeye kalkmış, yanan sobaya önce çıraları, üzerine de terlikleri atmışım. Çıralar "Pop, pop…" yanıyor, sobayı yerinden oynatırken bu sefer babam devreye girip yangının önüne geçmiş. Mart ayı gelip soğuklar kırılınca ilk iş sobayı kaldırıp, odaya babaannemin mangalını koyduk. Evde, daha doğrusu odada iki küçük çocuk varken soba zaten tehlikeliydi. Mangalı yakmak zahmetli işti. Önce odun kömürünün içindeki zehirli gazın çıkması için kömürleri dışarıda yakıyor, sonra kömürü mangala döküyor, mangalı odaya öyle alıyorduk. Mangal daha az yer kaplıyordu. Soba gibi sıcaklık vermese de kalan günlerimizde bizi ısıttı.
Annem mangalı başka amaçlar için de kullanıyordu. Evimizde yassı, silindir gibi, kapaklı bir sac tava vardı. Griye çalmaya başlamış yeşil renkli kahve çekirdeklerini bu tavaya koyuyor, sonra mangalın üzerinde kavuruyorduk. Çıtırtılarla birlikte rengi koyulaşır, etrafa mis gibi kavrulmuş kahve kokusu yayılırdı. Bundan sonra kahve çekirdekleri soğumaya bırakılır, ardından el değirmenleri ile öğütülürdü. Gücüm kahve çekmeye zor yetse de her zaman bu işi yapmak isterdim.
Mangalların bir de sacayağı olurdu. Bunu mangalın ortasına yerleştirir, üzerinde kahve pişirilir, yemek ısıtılırdı. Annem bir de "Kuzu kapama" dediği yemeği özellikle mangalda yapardı. Büyükçe bir tepsinin ortasına, içi et dolu bir tası ters çevirerek koyar; et, mangal ateşinde usul, usul pişerdi. Tasın etrafına da pirinçleri yerleştirir, et piştikçe suyunu bırakır, o tasın altından dışarıya sızar, bu arada da etrafındaki pirinç demlene, demlene pişerdi.
Babaannem vazgeçmiyordu. Bir süre sonra beni başka bir hafıza götürdü. Bu da şişman bir kadındı. Durmadan konuşuyordu. Kahvaltısını bize ders verirken yapıyordu. Oraya daha istekli gidiyordum. Bu ev de evimize yakındı. Üstelik önümde bir hedef vardı. Hatim indirecektim. Canla başla çalışıyordum. Buraya gitmeye başlamamdan bir hafta sonra, bize "Harfleri yüksek sesle söyleyin" diyerek mutfağa gitti. Bir cezveye su koyup ocakta yumurta kaynattı. Susadığımı duyumsadım. Kalktım, mutfağa gidip su alacaktım. Benim mutfağa geleceğimi beklemeyen Hafız, kapıda benimle çarpıştı ve kaynar su başımdan aşağı döküldü. Kur'an kursuna o son gidişim oldu. Kurstan beni aldılar. Sanki ilahlar Kur'an kursuna gitmemi istemiyordu. Babam "Tamam artık!" diyerek noktayı koydu. Babaannem de bir daha babama bu konuyu açmadı. Kur'an kursuyla olan ilişkim böyle başladı ve kısa sürdü. Hatim de indiremedim. Ama kurslar sonunda içime bir "Allah" korkusu yerleşti.
Kur'an kurslarına gelip gitmemin bir başka faydası, küçük dünyamın biraz genişlemiş olmasıydı. İlk kursta değil, ama ikinci kursta arka sokaklardan bir iki kişi tanıdım. Onlar benden 2-3 yaş büyüktüler. Bir cumartesi günü, kurstan sonra bilye oynuyorlardı. Eve dönerken durup bir müddet onları seyrettim. Kazanan oyunun sonunda, kazandığı sayı kadar ötekinden gazoz kapağı alacaktı. Onları izlerken aşina olduğum, güzel bir müzik duydum. Caddeden geliyordu. Oraya doğru seğirttim. Güzel, sarı şeritli kırmızı urbalar içinde askerler, ellerinde üflemeli ve vurmalı çalgılar, hem çalıyorlar, hem de uygun adımlarla yürüyorlardı. Onların arkasında da bir bölük asker kaz adımlarıyla, müziğin ritmine uygun yürüyordu. Davulun ritmik vuruşları benim adımlarımı da yönlendiriyordu. Müziği daha önce radyodan duymuştum. Daha fazla ilerleyemezdim. Geri dönerken çember çevirerek bandoyu takip etmekte olan bir çocuk bana çarptı. Dönüp birbirimize dik, dik baktık. Benden büyüktü. Ama bir hareket yapsa, efelense, ben de karşılığını verecektim. Üç bacaklı sehpası ile orada macun satmaya çalışan macuncu, bize doğru seslenerek ortamı yumuşattı. Çocuk yine çemberini çevirerek, döndü gitti. Macuncunun yanına gittim. Macuncu benim yaklaştığımı görünce yuvarlak tepsisinin parlak, tenekeden konik kapağını açtı. Tepsinin içi rengârenk macunlarla doluydu. Bir çocuk geldi, 5 kuruş uzatarak tepside iki ayrı rengi işaret etti. "Bundan, bir de bundan…" Macuncu, tornavidasını aldı, gösterilen macunlardan birer tutam aldı. Kaleme benzeyen çubuklara macunu doladı ve çocuğa verdi. Hiç macun görmemiştim.
Eve dönmek için geri dönmüştüm ama içine girdiğim o dünya bana rengârenk görünüyor, beni çağırıyordu. Caddede ilerlemeye devam ettim. Balon, fırıldak, revani, pamuk helva satıcıları ve kalabalığın arasında güçlükle ilerliyordum. Çok insan vardı. Bir an içime; "Evi bulabilecek miyim?" diye bir korku düştü. Ama bu fikri hemen sildim. Bizim sokağa dönülecek köşede bir fırın vardı. Annem bazen evde börek, güveç veya balık hazırlar, birlikte bu fırına getirirdik. Fırıncı bize bir numara verir, zaman söyler, o zamanda gidip tepsimizi alırdık. Evimizle fırın arası 200 metreden azdı. Kolay bulurdum.
Cumartesi günleri babamın öğleden sonra mesaisi olmazdı. O gün babama gördüklerimi anlattım. Bandonun, hafta tatilinin başladığı cumartesi günleri saat 13.00 törenle göndere bayrak çektiğini, tatilin bittiği pazar akşamı saat 17.00de bayrağın gene törenle indirildiğini anlattı. Sevinçle babama;
- "O zaman yarın gene bando buradan mı geçecek?"
- "Evet."
- "Beni götürür müsün baba? N'olur!"
- "Tamam. Gideriz."
- "Töreni de izler miyiz?"
- "Tamam seyrederiz."
- "Uzak mı?"
- "Değil. İstasyon meydanında."
İçim içime sığmıyordu. Sabah ilk işim babama ne zaman gideceğimizi sormak oldu. Akşamı beklemem lazımmış. Öğle uykusundan sonra yani. Babam öğleden sonra dışarı çıktı. Ondan sonra beni endişeli bir bekleyiş sardı. "Ya gelmezse babam? Ya geç kalırsa? Ya o gelinceye kadar tören biterse?" Peş peşe sorularla annemi boğuyordum. Annem beni yatağa gönderdi. "Ya uyuyup kalırsam?". Gözlerimi kapatmamalıydım. Hiç uyumadan kalkma zamanımı bekledim. Sonunda uyuya kaldım. Uyandığımda annem elime şekerli ekmek verdi. Anneme;
- " Babam nerde? Geldi mi?" diye endişeyle sordum.
- "Bilmiyorum. Daha gelmedi." Tam bir hayal kırıklığı.
- "Babamı kapının önüne çıkıp, bekleyeceğim." dedim.
Kapının önündeki taşa oturdum. Bir yandan da kulağım bandonun sesindeydi. Bizim evden bazen duyulurdu. Daha iyi duymak için sokağın başına gitmeliydim. Nihayet uzaktan bandonun sesini duydum. Babam hala ortalıkta yoktu. Biraz ilerleyip ara sokağa geldim. Buradan caddeyi görebiliyordum. Cadde dünkü kadar kalabalık değildi. Şimdi bandonun sesi daha iyi geliyordu. İzmir marşını çalıyorlardı. Ses giderek yaklaştı. Babam hala ortada yok. Ara sokağın caddeye açılan ağzına geldim. Kendimi tamamen müziğin ve bandonun büyüsüne kaptırdım. Adımlarımı askerlerin yürüyüşüne benzeterek ben de onlarla beraber ilerlemeye başladım. Sonunda orduevinin önündeki İstasyon meydanına geldik. Meydan, cadde gibi düzgün kesme taşla kaplıydı. İlk defa tek başıma evden bu kadar açılıyordum.
Bedeli pahalı oldu. Babam gelmeyince annem beni merak etmiş. Sokağa çıkıp beni aramış. Meraktan çatlamış. Beni epey azarladı. Olsun! Ben yaşadığım günden memnundum. Babamın gelmemesine sevindim bile diyebilirim. Kendi başıma istediğimi elde etmiştim.